MUKADDERAT VE İCABAT - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 19

Share

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%206.jpgÖLÜM VE MUKADDERAT

Bir celsede kıymetli Kadri dostumuza şöyle bir sual sormuştuk:

<< Mukadder olan hastalıkları tedaviye uğraşanlar, tabiat kanunlarına, ( yani mukaddere ) karşı gelmiş olmazlar mı? Bu sualimiz karşısında muhterem dostumuz şu cevabı vermişti:

<< - Bu, vazifenizdir. Siz her hastayi iyi etmekle mükellefsiniz. Hangisinin mukadder, hangisinin gayri mukadder olduğu sizce malum mu? Sözüm yanlış anlaşılmış. Doktorlar ölümü geciktiremez. Geriye hiç çeviremez. O, yalnız ıztırabı tahfif eder. Hangi şekilde olursa olsun, böyle ıztırapları yalnız doktor değil, insaniyet sahibi herkesin – elinde ise – durdurması bir vazifedir. Siz o hastanın mukadderatile değil, günlük acısını azaltmak işile uğraşacaksınız. Öbürkine esasen eliniz ermez, gücünüz yetmez. Siz hemen işe başlar, kim olursa olsun, hastalık sebeplerini aramağa çalışırsınız.

 

<< Yalnız, bazı hastalıklar vardır ki bir çok hekimler bir araya geldikleri halde bir türlü içinden çıkamazlar. Iztırabı tahfif etmek değil, hareketlerile onun azabını arttırırlar. Demek kimsenin elinde olmıyan bir iştir bu. Yani sizin hududunuzun dışında bir hastalık. Ona da bir şey yapamazsınız.>> ( 16–7-1947 )

Bu cevabı müteakip tekrar kendisine şu suali sorduk:

<< - Tedavisi mümkünsüz bir vaka karşısında, yani ölümü mukadder bir hasta karşısında doktor ne kadar hazik ve iyi niyetli olursa olsun, hasta öldükten sonra o doktor muvaffak olamadı diye etrafta hasıl olan kanaat onun izzeti nefsini rencide etmez mi? >> Bu soruya da şu cevabı aldık:

<< - Şayet o doktor imanlı bir insansa ve o hastanın ne durumda olduğunu aşağı yukarı bir ihtimalle anlamışsa onun yapacağı iş, yalnız, Allaha ve bir de büyük varlıklara yalvarmak, o hastanın hiç olmazsa ıztırabının bir az tahfifi için mesleği dahilinde elinden geleni yapmaktır. Şayet böyle değil de o doktor tamamen maddi bir insansa böyle bir doktor zaten böyle yollara hiç sapmaz. O, anlamadığı şeyi daha çok karıştırmamak vazifesile mükelleftir. Öyle karışık bir hale sokar ki ne başkaları, ne hasta, ne de yanındakiler işin ne yola çıktığını anlıyabilir. Hastanın azabının hafiflemesi gene mukadder ise ona yukarda söylediğim şekilde imanlı bir doktor tesadüf eder. Sonra, şayet memlekette bir doktor varsa onun sözüne herkes inanır, aksini iddia edecek kimse bulunmaz. Hasta kurtulamazsa bile doktorun izzeti nefsi kırılmaz. Şayet bir çok doktorlar varsa böyle uzun bir hastalıkta hemen bunların hepsi onu görmüş olur ve hiç biride muvaffakiyet gösteremez. Şu halde gene hiçbirinin izzeti nefsi kırılmaz.

<< Yalnız, bir vazifenin ifası bakımından düşünülürse burada izzeti nefsin pek göze görünmemesi lazımdır. zaten zorluk buradan başlıyor. Ne zaman bu silahı ( yani izzeti nefis davasını B. R ) kullanmak lazımsa onu tam zamanında ve yerinde ele almak icap eder. Yani bazan izzeti nefsin kırılması pahasına bile olsa bir hastayi tamamen teşhiş ettiğine kani olduktan ve onu iyi etmeğe azim ve sebat edip iyi bir netice almağı ihtimal içinde gördükten sonra ufak tefek şeylerle yılmamak ve vazifeye devam etmek – izzeti nefis pahasına da olsa – bir insanın ıztırabını tahfif etmek ve hayatını kurtarmağa çalışmak lazımdır. >>

Yukardaki sözlerden sarahetle anlaşılıyor ki ölüm mukadder bir mevzudur. Yani artık ölmesi icap eden bir insanı dünyada hiç bir kimsenin yaşatmağa kudreti yetmez. Bununla beraber her doktorun, hastasını muhakkak surette ölümden kurtarmağa çalışması onun hem  vicdani, hem de mesleki bir borcudur. Ve bunun da bir süre ilahi sebepleri vardır. Bir insanın ölüm anının hulul ettiği hiç bir insan – bazı mühim sebepler yüzünden öleceğini bilen hastalar müstesna – hiç bir doktor bilemez. Bu hususta doktorun ölüm anı hakkında söyliyebileceği sözler nihayet takribi birer tahminden ibaret kalır. Esasen bütün doktorlar tarafından kaybolmuş bir vaka gibi telakki edilen öyle hastalar görülmüştür ki bunlar bir mucize kabilinden günün birinde tamamen şifa bulmuşlar ve senelerce daha yaşamışlardır. Bunun tamamile aksine olan vakalar da oldukça çoktur. Yani tedavi eden doktora göre artık tamamile şifa buldu, yakında ayağa kalkacak, hastalığını atlattı denilen öyle vakalar da görülmüştür ki hiç beklenmedik bir anda o geçti zannedilen hastalık ya doğrudan doğruya veya bir ihtilatla hastayi alıp götürüvermiştir. Bütün bunlar nadir vakalardan değildir. Ve kıymetli meslekdaşlarımız için cidden üzücü hallerdendir. Esasen tecrübeli ve görgülü bir doktor bu cihetleri çok iyi takdir ettiği için ölüme ait düşüncelerini herkese kolay kolay açıklamaz. Şu halde her doktor hastanın başında onu ne olursa olsun yaşatacakmış gibi, mesleğinin bütün imkanlarını kullanarak çalışmak ve bilhassa hastasının ıztıraplarını ortadan kaldırmağa uğraşmak mecburiyetindedir. Yoksa bu ölecek, artık benim işim bitti diye hastasını terk eden bir doktor vazifesini tam yapmış sayılmaz. Bittabi – meslekin zaruretleri bakımından – en evvel doktor hakkında cari olan bu kaide hasta ile alakalı olan her insan hakkında da aynen caridir. Bir hastayi ölecek diye hiç bir kimsenin kendi haline bırakmağa hakkı yoktur. Ve esasen çok kıymetli olan Kadri dostumuzun yukarki tebliğinden anladığımız gibi, hiç bir kimsenin de hiç bir hasta hakkında katiyetle öleceğini söylemeğe hak ve salahiyeti yoktur. Burada yapılacak yegane iş Allaha teslim olarak elinden gelen bütün ihtimamı yapmak mecburiyetini duymak ve ona göre hareket etmektir.

Gene başka bir celsede muhterem dostumuza şu suali sormuştuk:

<< - O halde hekimler, hastayi ölümden kurtarmak için değil, teselli ve teskin etmek için çalışıyorlar, demektir. Öyle mi? >>

Bu sualimize karşı sevgili dostumuzun şu cevabını aldık:

<< Söyledim ya, azabı, ıztırabı dindirmek onun vazifesidir. Ecele çare olur mu? Hasta yaşıyacaksa doktor öyle bir teşhiş kor ki o teşhis yanlış bile olsa vereceği ilaçlar derhal tesirini gösterir. Bilmezmisiniz, doktorun verdiği ilaçtan ziyade hastanın yaşama kudretini ölçmek, yani onun ölmemek hususundaki azminin derecesine bakmak lazımdır. Bu da çok kıymetlidir.

<< Doktorlar, ilaçlar, hocalar hep birer vasıtadır. Bunlar icap edenin ayağına gelir. Bazısı hekim bulamaz, kendi kendinede iyi olur, amma onun hekim bulamadığı için günlerce acı çekmesi mukaddermiş. Hep birer vasıtasınız. Hem cinsinize ne şekilde olursa olsun yardımla mükellefsiniz. Bunu siz yapacaksınız. Netice size ait değil. Yukarda söyledim. Siz o hastayi yaşatmak ve ıztırabını dindirmek için uğraşırsınız. Muvaffakiyet sizden çıkmıştır. O iyi olursa netice iyi biter. Olmazsa siz hüsnü niyetinizle vazifenizi başarmanızdan mütevellit gene bir haz duyarsınız. >>( 23- 7- 1947 )

Dostumuza tekrar şu suali sorduk:

<< - O halde hekimler bir hastalığın illetini araştırıp duracağı yerde onun doğrudan doğruya ıztıraplarını dindirici palyatif bir tedavi şeklini takip etmelidir, demek oluyor. Öyle mi? >>

Bunun da cevabı şu oldu:

<< - İlleti bulamazsa ıztırabı dindirecek ilacı belki bulamaz. İlletin aranması, ıztırabın dindirilmesine yardımı dokunmaktan başka neye yarar? Her hastalığın illeti acaba malum mudur? Bir insan bir hastalığa yakalanır. Bir çok doktorlarla karşılaşır. Hepsi başka söyler. Acaba bu başka başka sözlerin, hastalık isimlerinin hakiki illetle daima bir ilgisi var mıdır? >> ( 23- 7 -1947 )

Burada çok mühim noktalar vardır. Ve yukardaki sözler yerinde ve doğrudur. Bir hastalığın şöyle böyle bir teşhisini yapmakla ve ismini koymakla onun hakiki illetini bulmuş olmak arasında fark vardır. Bir kanser teşhisini koymak belki kolaydır ama bunu yapmakla onun hakiki illetini de bulup ortaya koymuş olamayiz. Bununla beraber o hastalığın teşhisi yapılmış ve ismi konmuştur. Ve o hasta bütün tedavilere veya tedavisizliklere rağmen ya yaşar veya ölür. Hakikaten bir doktorun hastalık illeti aramasının, ıztırabı daha esaslı bir şekilde tahfif etmeğe yardımı dokunması bakımından büyük kıymeti vardır. Bununla beraber illetin bulunamamış olması da doktorun hastası ile alakasının kesilmesini hiç bir vakit intaç etmemelidir. Zira bu takdirde de doktorun o hastaya karşı yapmakla mükellef olduğu bir sürü işleri vardır. Kıymetli ruh dostumuz Kadriye ayni celsede sormuş olduğumuz diğer bir sual de şu idi:

<< - Bazıları hastaları ölümden kurtarmağa çalışırlar ve kendi kudretlerile bu işi başaracaklarını sanırlar ve mukadderi kabul etmezler bu hususta ne buyurursunuz? >>

Cevabı:

<< Kimse ölecek bir adamı kurtaramaz. Ama çalışmak gene lazım. Bir hastanın hastalığının illetini bulmak için onu senelerce ıztırap içinde bırakmak doğru olur mu? Sonra ( asıl illeti bulup hastayi ölümden kurtaracağım diye, onun ıztıraplarını gidermek vazifesini ihmal ederek, B. R. ) bu illeti aradı, aradı bulamadı ne olacak? Yalnız burada sebebi, yani zahiri sebebi çabuk bulmak, o hastalığın daha az ıztıraplı olmasını temin eder. Yani hastalık keşfedilince o hastalığın ilaçları da mücerrep olduğundan çabuk tesir eder. İlleti aramadan gelişi güzel acı dindirici ilaçlarla ıztırabı dindirmek muvakkat bir iştir. Her başı ağrıyana bir hap vermek o hapın tesirinin devamı müddetince ıztırabı durdurur. Fakat ağrı bilahara gene devam edecektir. O ıztırabı kökünden kesmek için o hastalığın menşeini bulup tedavi etmek daha kolaydır. Ve daha emin olarak neticeye varılır. Yani o hastalık tamamen tedavi edilir. Iztırap derhal geçer, fakat mukadderse gene o adam ölür, o da başka. >> ( 23- 7- 1947 )

Gene bu tebliğatla anlıyoruz ki ölüm mukadderdir. Ölüm ve mukadderat mevzuunun mümkün olabildiği kadar açık izahını yapabilmek için bu mevzuu bir az daha tafsilatlandırmak istiyorum. Burada vaktile başımdan geçen ve hayatımda büyük üzüntü ve ıztıraplara sebep olan mesleki bir vakayi kısaca zikredeceğim: Bundan takriben 12 sene evvel hayatı tehdit edici gördüğüm sıhhi zaruri sebeplerden dolayi çok sevdiğim bir dostumun hamile olan eşine, onların da israrı üzerine, bir kürtaj ameliyesi endikasyonu koymuş ve diğer bir dahiliyeci arkadaşla birlikte bunun için bir rapor vermiştim. Bu rapor üzerine nisaiyeci arkadaş vazifeyi üzerine almak zorunda kaldı ve ameliyeyi yaptı. Fakat ameliyenin 30 uncu saatinde hasta – ameliyat neticesinde – vefat etti. Bu hadise o zaman bütün tanıdıklarla birlikte bende çok büyük bir ıztırap tevlit etti ve bu ıztırap belki senelerce sürdü. Ben bu ölümün – bu husustaki bütün hüsnü niyetime rağmen – kendimi, müsebbiplerinden biri olarak görüyordum.

Aradan seneler geçti. Günün birinde İzmir’de kıymetli bir medyom dostumla yalnız olarak muhterem Kadri dostumuzdan bazı tebliğler alırken bir aralık Kadri bana şunları sormuştu: ( Sizin de bazı ıztıraplarınız var, saklamayiniz. Size yardım etmek isterim. ) Kadri dostumun bu hayırhahça teklifi karşısında o zamana kadar kimseye bahsetmediğim ve medyom dostumca da meçhul bulunan bu vakayi o akşam ele almağa karar verdim. Ve vefat etmiş bulunan bu arkadaşımız bayanın ruhu ile beni karşılaştırmasını rica ettim. Ricamı Allahın izni ile yerine getirdi. Aramızda geçen muhavereyi evvelce neşrettiğim bir kitapta açıklamış olduğum için burada onu tekrar etmiyeceğim ( 1 ) Fakat burada ben, asıl mevzuumuzu ilgilendiren Kadri dostumun, o kadınla geçen muvasalamızı müteakip söylemiş olduğu aşağıdaki sözleri nakletmek istiyorum:

<< - Siz müdahele etmemiş olsaydiniz o kadın gene ölecekti. Evvela bunu kabul etmeniz lazım. Bu kadın oraya giderken öleceğini de biliyordu ( 2 ) . Şu halde siz mecburen bir vazifenin ifasına hizmet ettiniz. Hem kendi mesleğiniz bakımından, hem de hüsnü niyetle bir insanın kurtarılması için elinizden geleni yaptınız. Netice alamadınızsa bu sizin kendi kudretinizin dışındadır. Ne sizin, ne de başkalarının bundan, iyi bir netice almaları da imkansızdı.

<< Sizin ıztırap çekmenizde lazımdır. Ve bunu da yaptınız. Hiç bir sun’u taksiriniz olmadığı halde sizin bu duyduğunuz derin içi sızısı size büyük kuvvetler eklemiştir. Onun çekeceği azapların bir kısım ağırlığını siz üzerinize aldınız. Onu andıkça onun üzerinden kalkan bir kısım yük sizin ruhunuza yüklenmiştir. Bu da onun burada bir az daha hafiflemesini temin etmiştir. Açık olanını siz dün gece kendiniz gördünüz. ( 3 ) Ve anladınız. Sizin o gece duyduğunuz sıkıntı, onun azabını tahfif edici ve bu yükün kendi üzerinize alınmasından ileri gelen bir azaptan başka bir şey değildi. Bu da lüzumlu idi ve ben buna vasıta oldum. >> ( 3-9-1947 )

Bu sözler çok mühimdir. Hele bence çok manalıdır. Ve çok istifadeli olmuştur.

Ölüm hadisesinin hiç bir kimse tarafından geriye bırakılabilmesinin mümkün olamıyacağını söyliyen varlık yalnız Kadri dostumuz değildir. Bütün ruh aleminden aldığımız tebliğat ayni nokta üzerinde israr etmekte ve ehemmiyetle durmaktadır. Şimdi de bize iki sene müddetle çok kıymetli bilgiler veren muhterem başka bir ruh dostum Akın’ın bu husustaki tebliğatına geçiyorum.

( 1 ) Dr. B. Ruhselman: Ruhlar Arasında, 1949 İstanbul. Sayfa: 64- 67.
( 2 ) Bu çok doğru idi ve o akşam bunu benden başka bilen yoktu. Bu kadıncağız yabancı bir memlekette vefat etmişti. Ve oraya ailesile beraber vefatından takriben bir buçuk sene evvel gitmiştik. Yolda giderken başlıyan bu zavallı arkadaşımız orada da mütemadiyen öleceğinden ve oralarda kalacağından kati bir dille bahsetmesi bütün dostlarının üzüntü ile dikkat nazarını çekmekte idi. Tebliğde Kadri bu noktayi ima ediyor.
( 3 ) Bu tebliğ almazdan bir gece evvel birdenbire rüyamda çok sıkıntılı ve adeta ruhumu bir mengenede ezercesine zahmetli, ıztıraplı bir tazyik altında hissetmiş ve ortada hiç bir sebep olmadığı halde şiddetli bir azap ve ıztırap içinde hıçkırarak uyanmıştım. Fakat uyanır uyanmaz aklıma uzunca bir zamandan beri unutmuş olduğum o kadının feci ölümü geldi. Ve bu sıkıntımın gene bu işle alakalı olduğuna hükmettim. Tebliğ bunu ima etmektedir.

AKIN: Ağustos 14, 1948                                            Medyom: N. Bayurgil

<< B. R. – Şu halde bir hastayi, Ahmet isminde bir doktor kurtarır. Mehmet isminde diğer bir doktor öldürebilir, öyle mi?

<< Akın – Tesadüfi bir şey mevzuu bahis değildir. Ahmet, Mehmet burada hiç bir rol oynamaz. Eğer o hastanın iyi olması icap ediyorsa iyi olacaktır. >>

Ölümün mukadder olduğu elimize geçen bütün tebliğatla anlatılmaktadır. Burada gene dostum Kadrinin başka bir tebliğini naklediyorum:

KADRİ: Temmuz19, 1948

<< Bu hayatın sonu ne zaman olsa gelecektir. Bunu düşünmek insanlar için lazımdır. Ona ehemmiyet vermemek, kendinizi ondan uzaklarda bulundurmanız demektir. İnsanlar dünyadan kolay kolay ayrılmak istemezler. Bu, tabii bir arzudur. Fakat mukadderin önüne geçilemiyeceğini bildikten ve iyi hareketlerle hayatınızı çiçeklendirdikten sonra çekinecek bir şey kalmaz. Temiz ve diğerlerine yardımcı olanları Allah korur. Allahı kalbinizde taşıdıkça vücudünüzü çelik bir zırhla fenalıklara karşı korumuş olursunuz. İyi insanlar iyi varlıkların yardımına ve Cenabı Hakkın lütfuna daima mühtaçtırlar. Ve bu da onlardan esirgenmez. Siz de böyle düşünün. İyi olunuz sizi koruyacaklar. Siz de mesut olacaksınız. >>  ( 19- 7 – 1948 ) .

* * *

Şimdi bu mevzuun çok mühim bir noktasına gelmiş bulunuyoruz. Acaba buradaki mukadder kelimesinin bizim anladığımız manası nedir? Bu çok karışık ve çok derin mevzuun içinde de gene bu gibi diğer mesail hakkında olduğu gibi, bize fener tutacak olan büyük yardımlar tebliğlerden gelecektir ve öyle olmuştur. İşte elimize geçen ve geçmekte bulunan bu çok kıymetli tebliğatın her biri bizim için şükran ve minnetle karşıladığımız ilahi bir lütuf olan manaları ve delaletleri ile bu yolda bizi kudretimiz nisbetinde isabetli düşünce ve mülahazalara teşvik etmektedir. Bütün bu tebliğata ve onlardan çıkarabileceğimiz mülahazalara göre biz, ölüm bahsindeki mukadderi de cebriyun nazariyesine göre ezelden çizilmiş ve insan iradesile hiç bir alakası mevzuu bahis olmıyan bir kader manasında tefsir etmekten uzak bulunuyoruz. Mesela insanın dünyada hayatının şu saat ve dakikasında öleceğine dair ezelden tesbit edilmiş bir karar yoktur. Hatta dünyaya gelmeden önce dahi böyle kati bir karar verilmiş değildir. İşte burada bahsimizin en mühim ve en karışık görünen safhasına geçmiş bulunuyoruz. Ve bunun üzerinde de lüzumu kadar durmak istiyoruz taki hakikati samimi bir tekamül aşkile araştırmak istiyen sevgili okuyucularıma çok küçük kudretim dahilinde bir hizmet yapmış olabileyim.

O halde tekrar soruyoruz: Ölüm bahsinde mukadderin doğru olarak kabul edebileceğimiz manası nedir? Bu sual karşısında izahı arzu edilen iki nokta vardır:

1- Ölüm anı hiç bir suret ve icapla değişmez olarak ezelden saniyesi saniyesine tesbit edilmiş midir, yoksa burada başka bir tertip ve nizam var mıdır?

2- Her insanın ölüm şekli gene ezelden değişmez bir halde tesbit edilmiş midir, yoksa bu da bazı icapların tesirine tabi olarak tebeddülat kabul eder mi?

Burada daha mühim ve ilk safta üzerinde durulması lazım gelen birinci noktayi ele alalım. Yani ölüm anı üzerinde duralım. Evvelce söylemiş olduğumuz gibi burada da ilk önce en büyük mesnedimiz olan tebliğatı gözden geçirmekle işe başlıyacağız. Evvela, mukadderatın ölümle olan alakası üzerinde bizi çok ilgilendiren ve tenvir eden Mehmet ismindeki bir ruh dostumuzun bu husustaki mühim sözlerini arzediyorum:

MEHMET: Nisan 2, 1949                              Medyom: R. Doksat

<< Hayvanların hayatı da insanların ki gibi mukadderdir. Fakat bunlar çok kompleks, çok karışık meselelerdir. O kadar ince hesaplara müstenittir ki size kati olarak şöyledir veya böyledir diye nasıl izah edebilirim?

<< Elbette hadiseler tayin edilmiştir. Fakat muayyen icapların bu tayin işinde rolleri vardır. mesela bir çocuk doğar doğmaz bir kediyi öldürür. Bu çocuk bu kediyi boğmakla eprövünde yanlış bir adım atmış olur. Boğmadığı takdirde doğru adım atar. Fakat onun önüne çıkan kedinin kati olarak o tarihte ölümü takarrür etmiş demektir. Bununla beraber o çocuğun o kediyi öldürmesi mukadder değildir. O çocuğun, ölümü mukadder olan kedi ile karşılaşması mukadderdir. Burada muhakkak öldürmek mevzuu bahis değildir. Eğer çocuk o anda fena bir eprövün başlangıcı olarak kediyi öldürürse kedinin zaten ölümü tahakkuk etmişti, o ölecekti o çocuğun elile ölmüş bulundu. Eğer çocuk kediyi öldürmemek suretile eprövünde iyi adım atsaydı, kedi onun elinden ölmiyecekti. Fakat gene o başka bir sebepten ölecekti. Mukadder budur.

<< O halde kedinin de dünya üzerinde muayyen bir hayatı vardır. Bununla beraber bu hal arazi birtakım sebeplerle değişebilir. Bu işlerde o varlığın dünya hayatındaki tekamülünü ikmal etmesi esastır. Bu cihet ve dünyadaki her çeşit mahlukatın bütün hal ve hareketi ulu varlıklar tarafından daimi surette kontrol edilmektedir. Oraca her şey malum olmaktadır. Binaenaleyh onların eprövlerinde muvaffak olup olmadıkları evvela kendi ruhlarında iz bırakır, ondan sonra da yukarlara doğru, daha yukarlara doğru intikal eder. Demek ki her şey onlara malum olur. Eprövlerin tamamlanıp tamamlanmadıkları ve bunlara göre ölüm vaktinin tayini de onlara bağlıdır. Benim burada israrla üzerinde durduğum nokta şudur: Bir varlık spatyomdan bedenlenerek dünyaya inerken ben şu kadar yaşıyacağım diye kati bir kararla dünyaya inmez. Bu, yaşama sırasında diğer yüksek varlıklar tarafından tayin edilir. Ve ne olursa olsun onlar müsaade etmedikçe, hangi hadise olursa  olsun o ölmez.

<< B. R. – Ölüm müddeti, ruh dünyaya indikten sonra mı yoksa daha evvel mi taayyün ediyor?

<< Mehmet – Bu onların kudretleri dahilinde bir şeydir. Onlar için gelmiş, geçmiş ve gelecek diye birşey yoktur. Binaenaleyh bu sualinizin cevabını ben kendi kudretimin haricinde görüyorum. Ayni malumat ve kudreti ben de haiz olsaydim o zaman size bunun hakkında cevap verebilirdim. Lakin ben bunları bilmiyorum.

<< B. R. – Peki o büyük varlıklara teveccüh etseniz ve onlardan istiane eyleseniz bu hususta bazı şeyler öğrenip bize bildirebilir misiniz? Bu bilgiye ihtiyacımız var.

<< Mehmet – Mukadderse bunu öğreniriz. Hep beraber duamızı yapalım. Ve istiyelim, bakalım öğrenebilecek miyiz. ( Duadan sonra ) Ulu Tanrının iznile size bu mesleyi sizin şartlarınız dahilinde, anlıyabileceğiniz şekilde ve ancak müsaade edilen nisbette çok kabaca şu şekilde anlatmak istiyorum. Dünyada satranç diye bir oyun vardır. Bir satranç oyuncusu oynadı. Karşısındakinin, taşlarını ne şekilde oynıyacağını ve ayni zamanda bütün ihtimalleri hesaba katarak kendi oynadığı taşın ne şekilde neticeler doğuracağını evvelden kestirebilir. Fakat tekrar ediyorum, bu çok kaba bir teşbih oluyor. Bunu anlatmak isteyişimin sebebi şu: Nasıl oluyor da bu kadar çeşitli ihtimal ve eprövleri haiz mahlukatın bütün hareketlerinden çıkacak neticeleri yüksek bir ruh bilebilir, diye düşünebilirsiniz. Bilmem bu kaba satranç misali sizi tatmin eder mi? Gerçi onlar çok daha üstün ve sizin, mahiyetini izah edemiyeceğiniz şekilde Allah tarafından bu işle vazifelendirilmişlerdir. >>

Yukarki sözler çok sarihtir. Biz ölümün mukadderatı mevzuuna ait her şeyi, - diğer bütün ilahi mevzularda da olduğu gibi – sonuna kadar izah edebilmek kudretinden mahrumuz. Ve böyle kalmağa da mahkumuz. Ancak bilhassa tebliğatın açmış olduğu nurlu yollar başta olmak üzere bazı müşahedelere dayanarak kısa düşüncemiz ve aklımızla yürütebildiğimiz mülahaza ve mütalaalara nazaran ölüm ve mukadder mevzuu üzerinde Tanrının iznile kendi anlıyabileceğimiz kadar bazı neticelere varmak istiyoruz. Bu da bittabi ancak dünya şartlarile tahdit edilmiş olan kudretlerimize ve anlayiş kaabiliyetlerimize göre takdir olunmuş ve müsaade edilmiş imkanlar nisbetinde tahakkuk edebilecektir. Yani mukadder olabildiği kadar. Bütün arzettiğim kaynaklardan aldığımız ilhamlarla bu hususta biz de tebellür eden şahsi kanaati okuyucularımıza arzetmeden önce diğer çok kıymetli ruh dostlarımızın da bu husustaki öğretici tebliğatını nakletmek istiyorum.

Mustafa Molla dostumuzun aşağıdaki kısa tebliği bu baptaki düşüncelerimizin kıymetli materyallerinden birisini teşkil eder.

MUSTAFA MOLLA: Eylül 18, 1948

<< Ruh kemal yolundadır. Ölüm bu kemalin tahakkukuna yarar şekilde ölçülmüş, biçilmiş olmasa da gene mukadder bir safhada tükenmeğe mahkumdur. Yani mukaddere bağlıdır. O halde ömrünüzün her saniyesi, ruhunuzu bir takım servetler kazandırmak suretile zaruri bir ahenk revşine uymak zorundadır. Saniyelerinizi israfa hiç bir zaman sahibi salahiyet değilsiniz.>>

İnsanın dünyada taayyün etmiş ömür çerçevesi hakkında muhtelif cepheden mülahazata imkan veren ve hatta yol açan çok kıymetli tebliğata malik bulunuyoruz. Bunlardan bir kısmının da muhterem ruh dostumuz Akın’a ait olduğunu arzetmiştik.

AKIN: Ağustos 14, 1948                          Medyom: N. Bayurgil

<< İnsanın, dünyada muhakkak geçirmesi lazım gelen mukadder bir ömrü hem vardır, hem yoktur, diyorum. Çünkü kendisi veya bu taayyün keyfiyetine sebep olan varlıklar onu bilmezler. Bu, pek yüksek ruhların, yani büyük tabiat kanunlarını tatbik eden yüksek varlıkların işidir. >>

Akın dostumuzun bu tebliği bize şu mülahazayi telkin ediyor: İnsanların ömürleri muayyendir. Ancak bunu ne kendileri, ne de kendisine yakın diğer ruhlar bilmezler. Ve bu müddeti değiştiremezler. Bunlar gene ilahi irade kanunlarının icap ve zaruretlerine göre yüksek nizam ve tertipler dahilinde tatbikata memur kılınan yüksek varlıklar tarafından murakabe edilir. Burada, dinlerin kabul ettikleri ecel ve ölüm melekleri mefhumu bu hususta insanlara ilk fikri vermiş bulunuyorlar. Yani ölüm, bizim şimdiki anladığımız manaya göre ruhun bilgisi dışında, fakat gene mukadder bir çerçeve içinde ve yüksek varlıkların, ilahi irade kanunlarının icabatı dahilindeki mürakabeleri altında vaki olduğuna göre ecel ve azrail mefhumları bu hakikatin eski zaman dilile ileri sürülmüş en iyi ifadesi olur. Gene ayni dostumuz, ayni celsesinde bu mevzuun mübahasesi sırasında bize çok esaslı bilgiler vermektedir.

AKIN: Ağustos, 14 1948

<< B. R. – Diğer kıymetli varlıklardan aldığımız tebliğatta deniliyor ki ölüm vakti tesbit edilmiştir. Onu ne uzatmak, ne kısaltmak mümkün değildir. Siz bu hususta ne mütalaada bulunuyorsunuz?

<< Akın – söylediğim gibi bütün kainatın büyük bir deveranı ve gidişi vardır. Şüphesiz ki her şey birbirine bağlıdır. Ve bütün hareketler birbirinin hem menşeini, hem müntehasını teşkil eder. Hem sebebi, hem de neticesidir. Nihayet bunlardan şunu da çıkarabilirsiniz ki bütün hareketler, bütün kainatın gidişi, her tesadüf ettiğiniz hadise planlanmış ve çizilmiştir. Bu plan ilahi irade kanunları dahilinde ve onları tatbike memur yüksek varlıklar tarafından tatbik edilir ki bu derece yüksek varlıklarla dünyadaki sizler irtibata geçemezsiniz. Ve siz hiç bir vakit ölüm anını önceden tayin edemezsiniz. Ve bilemezsiniz. Sizin, dünyaya gelirken ancak yapacağınız şey, eksik olan taraflarınızı ikmal edebilmenize yarayici bir planı, burada size yardımcı diğer varlıklarında icap eden yardımları altında tasavvur ederek dünyaya inmenizdir. Fakat ne siz, ne de sizi hazırlıyan ruhlar ölüm zamanınızı tayin edemezler.>>

Yukarda geçen ( her hadise planlanmış ve çizilmiştir ) cümlesi ilk hamlede, cebriyun nazariyesine uygun ve bizim müdafaa ettiğimiz mukadderat mefhumuna aykırı gibi görünebilir. Fakat burada böyle düşünen sevgili okuyucularıma hemen hatırlatmak isterim ki acele buyurmasınlar. Zira kıymetli dostum Akın’ın söylediği gibi, her hadisenin evvelden çizilmiş ve planlanmış olması çok doğru ve yerindedir. Yalnız, bu sözü ezelden çizilmiş ve planlanmış manasına almamak icap eder. Burada kasdedilen mana, her şey değişmez şekilde, ilahi irade kanunları ahkamı mucibince idareci yüksek ruhların faaliyeti ile lüzum ve icaplara göre çizilmiş ve planlanmış mahiyetindedir. Dikkat edilirse bu ifadede bir incelik vardır. Hadiseler ve bilhassa buradaki mevzuumuzu teşkil eden insan ömrünün devamı müddeti, ancak insanın cehit ve gayretile inkişaf eden tekamülünün seyrine ve varlıkların liyakati derecesine göre ve ilahi irade kanunlarının icapları dahilinde yüksek varlıklar tarafından tanzim ve mürakabe edilir. Ve burada – gene dikkat edilirse – insan iradesinin – kendisi de bilmeksizin – ne kadar mühim rol oynadığı görülür. Zira, tekamül, daima söylendiği gibi, insan iradesinin alacağı istikamete göre hızlanır, veya yavaşlar. Ve liyakat derecesi de buna göre artar. Şu halde ölüm anının taayyününde insan iradesinin de bilvasıta mühim bir rolü vardır. Ve bu müddet ancak bu iradenin alacağı istikametin ilahi irade kanunları mucibince doğuracağı neticelere göre tesbit olunur ki bunu da takdir ve tatbik edecek olanlar çok yüksek varlıklardır. Netekim ayni dostumuzun, ayni tebliğinin başka bir yerindeki şu pasajlar evvelki bilgileri tamamlayici kıymettedir.

AKIN: Ağustos 14, 1948

<< B. R. – Ölüm anı insanlar için evvelden mi taayyün etmiştir?

<< Akın – Hem evet, hem de hayır. Çünkü burada dünyaya gelmezden evvel böyle ölüm anını tesbit eden bir plan tertibi yoktur. Yani bu alemde plan hazırlanırken ölümün, şu saatte, şu dakikada vuku bulacağı plana konulmaz. Ancak, söylediğim gibi, insan dünyaya gelecek, cehit ve irade sarfedecek, ruhunun bütün melekelerini kullanacak ve ancak eksik olan melekelerini inkişaf ettirdikten sonra ölecektir. Gene yukarda söylediğim gibi bütün bu plan ve onun tatbiki nasıl yüksek tabiat kanunlarının kurduğu nizam dahilinde oluyorsa işte şimdi söylemek istediğim ölüm de bu nizam ve intizam dahilinde cereyan eder. Bu son mana ile de sualinizin cevabı ( evet ) dir. Yani yüksek tabiat kanunlarına, onun maksatlı realitesine uygun şekilde bir ölüm, zamanında vukua gelir. Fakat bu zaman, dünyaya inmezden evvel tesbit edilmez.

<< B. R – Demekki insan dünyaya gelmezden evvel ( ben şu saat ve dakikada ) yani ( şu tarihte öleceğim ) kararile dünyaya gelmiyor. Ancak dünyaya indikten sonra geçireceği hayat şartlarına göre tabiat kanunlarının icapları dahilinde, dünyadan ayrılacağı zaman tesbit edilmiş oluyor, öyle mi?

<< Akın – Tesbit edilmiş değil de ölüm anı zamanı ilahi irade kanunları icabına ve kendi durumuna göre oluyor.

<< Yani kainatta bir akış, bir gidiş daima tekamüle, iyiliğe doğru yükseliş, bir deveran vardır. Ve bu deveran bildiğiniz gibi maksatlı ve planlıdır. İşte her hareket, her şey buna uygun olarak cereyan eder. Ve bu arada bütün bu maksat ve plana taş, toprak, her şey bütün kainatlar dahi dahildir. Onların hareketleri, onların gidişleri, her şey büyük ilahi irade kanunlarının seyri dahilinde vukua gelir.

<< B. R. – Mesela bir adam, insanların zaman anlayişine göre 30 uncu yaşının filan gün, saat ve dakikasında ölecektir diye dünyaya gelmezden evvel bir kayda tabi tutulabilir mi?

<< Akın – Hayır böyle bir kayıt evvelden konmaz. Ancak bu taayyün sizin bilmediğiniz zamanlarda, bilmediğiniz şekillerde ve ilahi irade kanunlarının icaplarına göre yapılır. >>

Muhterem Akın dostumuzla aramızda vukua gelen şu görüşmenin mühim neticesi ve hülasası şudur: Ruhlar dünyaya ancak tekamülleri için lüzumlu işleri görmek ve bu suretle eksik kalan ruh melekelerini inkişaf ettirmek maksadile gelirler ki bu da bütün kainatın ilahi irade kanunları ahkamına göre tertiplenmiş nizamının çerçevesi dahilinde cereyan eden bir haldir. Fakat dünyaya ruhlar indikten sonra da maksadın muvaffakiyetli veya muvaffakiyetsiz neticelerinin tahakkuku ancak bu hususta onların sarfedecekleri cehit ve gayretlerle, iradelerinin tutacağı nefsani veya vicdani yollardaki istikametlere ( ki bu kudretlerini kullanmakta insan – her vakit söylendiği gibi – tamamile hürdür. ) göre gecikebilir veya tacil olunabilir. İşte dünyadaki ömrün maksat ve gayesi bu olduğuna göre ölüm tarihinin de ancak bu işlerin neticelerine bağlı bulunduğu aşikar olur. O halde ölüm anı, dünyaya inmiş olan bir insanın burada geçireceği hayat tarzına göre elde edeceği neticelerin ilahi irade kanunları muvacehesindeki kifayet derecesile takdir olunacaktır ki bu takdir işinde salahiyettar olan varlıklar, çok yüksek ve insanların temasta bulunamıyacakları, ilahi kanunların tatbikatında ilerlemiş varlıklardır. Binaenaleyh, insanların dünyadaki efal ve harekatının ilahi irade kanunları muvacehesinde tekamülleri için kafi derecede neticeler verip vermediğinin tayini ve binnetice ölüm anının ona göre takdiri ancak bu işleri büyük ve derin bir vukufla takip edebilecek yükseklik seviyesine ermiş varlıklara ait bir keyfiyettir. İşte gerek Akın dostumuzun, gerek bütün diğer çok kıymetli ruh dostlarımızın tebliğatından bizim anladığımız mana budur. Netekim aşağıda naklettiğim muhterem ruhlardan Mustafa Mollanın bir tebliğide bu sözlerimin bir bürhanıdır. Bu tebliğin baş tarafları, insanların hayatta tekamül yolunda sarfedecekleri cehit ve gayretlerin ve bunların neticesinde elde edecekleri kazançların ne kadar birbirinden farklı olduğunu, bu yüzden muayyen bir ömür müddetinin evvelden tesbit edilmesinin kaabil olmadığını ifade etmekte ve bundan sonra da hayat müddetinin tayininde mukadderin << kati bir ölçü ile değil, hayatta yaşanılan hadiselerin kadrosunun ikmaline bağlı >> olduğunu beyan eylemektedir.

MUSTAFA MOLLA: Ocak, 9 1951                                Medyom: M. Aray

<< Sual – Ömrümüz, dünya eprövlerindeki başarımıza göre uzayıp kısalmakta mıdır, yoksa doğumdan önce kati olarak ayarlanmış mıdır?

<< M. Molla – Bir çocuğun daha ileri yaşdaki bir insandan zekaca üstün olması, onu yetiştirmek üzere sarfettiği zaman ve emeklere malikiyetini şimdiden ifade etmezmi? Nasıl olurda bir adam bu çocuktan geri kalabilir? Mümkün. Karakterlerin çokluğu ortasındaki hüviyeti muhakkak ki iradenin vasfını ve faaliyet derecesini isbat etmektedir. Sizi bu cihetten etüt yapmağa sevkediyoruz.

<< Tekamül böyle bir ilerilik kaydedince bir çocuğun bir gün adam çağına vasıl oluncıya kadar kazancı zamanın çok üstüne çıkmış demektir. Acaba bu nasıl tahakkuk etmektedir? Şimdi haklı ve insaflı düşünelim: Dünyadaki nüfusun yekunu göz önüne alınsın. Herkes için ve her an için kıymetler hesaplansın, fert befert kazançlar kıyaslansın. Göreceksiniz ki ortalama muvaffakiyet bir çok defa sıfırın altına dahi düşecektir. Siz kendi malik olduğunuz kudretlerinizi sadece rasyonel bir plan dahilinde kullanma cehtini gösterebilseydiniz zannımızca her birinizin bir dahi olmamanız için hiç bir sebep bulunamazdı. Öyle değil midir?

<< Ancak, ekmeği elde etmek için mutlaka buğday da ekip biçmeğe mecbur değilsiniz. Birbirlerinizin işini bölüşmüş olmanız size zaman kazandırıyorsa, yani birer Robenson olmaktan kurtuluyorsanız ömrünüzün yıllarla ifadesi nasıl kati bir ölçü ifade eder? Zira hiç kimsenin kazancı birbirinin ayni değildir. Ayni şartlar ve imkanlar dahilinde iki şahsın tutacağı istikamet başka neticeler getirir. Halbuki zaman müşterek ve aynidir.

<< Şimdi, bir saatlik işi 10 saatte yapan bir adama göre ömür daha uzun olmalıdır. Belki taş devri adamı bu cihetten çok fazla çalışmağa ve çok çabuk muvaffak olmağa mecburdu. Bu cihetten ömrü kısa ve hatta kaza ve cinayetlere sahne de olup inkitaa uğrar, dünyada çok az bulunabilirdi. Amma demir devrini idrak etmiş bir insan için hayatın uzun geçmesi mümkündür. Bunu ihmal eden sizlersiniz. Bu, takdir işi de olmakla beraber iradenin müdahelesile insan, içinde bulunduğu vasatı kendi arzularına göre de ayarlar ve bu suretle zamanı kısabilir, yahut uzatır.

<< Kaabiliyetler derecesinde zamanın ifade kıymeti tehalüf eder. Bu suretle ömür kati bir ölçü değil, bilakis yaşanmış veya yaşanmakta olan mukadder bir kadronun ikmalidir. Buna göre her ölçünün ne kadar izafi bir hükmü ifade edeceğini bulabilirsiniz. >>

Dinlerde tekmili enfas, yani nefesleri ikmal etmek sözü vardır. İşte bu da bizim burada ifade etmek istediğimiz mananın sembolik bir izah şeklidir. Filhakika bir adamın eceli, dünyada muayyen sayıda nefes alıp vermesi ile taayyün etmez. Binaenaleyh yukardaki sözün manası başka olmak icap eder. İşte bu mana dünyada muayyen bir vazifenin ifasını tazammun etmektedir ki bizim de uzun uzadıya açıklamağa çalıştığımız nokta budur. Hülasa, insan işini bitirmedikçe dünyadan ayrılamaz. Halbuki işinin bitip bitmediğine hüküm verecek makamlar çok yüksektedir. Ve bu neticeyi ancak onlar takdir edebilirler.

* * *

Şimdi ölüm sebeplerinin şekilleri mevzuuna geldik. Acaba ölüm şekli dünyaya gelmezden evvel taayyün etmiş midir? Mesela bir insanın, mutlakaa bir kalb sektesinden veya mutlakaa bir duvar altıda kalarak veyahut da bir intihara veya cinayete kurban giderek ölmesi evvelden, dünyaya gelmezden önce tesbit edilmiş midir?

Bazı hastalıkların bir epröv ve bir tecrübe için bir plan mevzuu olduğu, yani evvelden tasarlanmış bulunduğu söylenebilir. Fakat ölümün dünyaya gelmezden önce hangi şekilde vukua geleceğinin tesbit edilmiş olmadığını gene tebliğat bizlere ifşa etmektedir.

Ölüm şekillerinin vukuu da tesadüfe bağlı değildir. Burada da bir sürü icab ve zaruretlerin araya karışmasile ölüm şekilleri tehalüf edebilir. Kıymetli dostumuz Kadrinin aşağıdaki tebliği bu hususta bize derin bilgiler verir.

KADRİ: Temmuz 23,  1947

<< Bazı arızi ölümler vardır. Fakat bunlarda o mukadderin çerçevesi içine girmiştir. Yani bir insan bile bile kendisini ateşe atsa dahi bunun ateşe yaklaşmasını intaç eden birtakım kudretlerin muhakkak mevcut olması zaruridir. Yalnız bu mukadderin de daima lehte olan kısımlarını söylemiştim. Mesela intihar eden bir adam pekala intihar etmiyebilir. Fakat muhakkak bu, o adamın daha 100 sene yaşıyacağını göstermez. O, onun bir tecrübe devresidir. Kendisini öldürmezse, ruh kudretleri kendi vaziyetini idrak edip harekete geçerse o an için bu adam pekala ölmez. Fakat ne zaman öleceği gene malumdur. O da hiç aksamadan kendi hükmünü gene icra eder. Daha fazla söylemem. >>

Yukardaki şu bir kaç satırlık tebliğ önümüzde ne kadar derin ve engin bir ufuk açıyor! Bütün bu kıymetli tebliğat bize şunu öğretiyor:

Ölüm mukadder bir mevzudur. Fakat bu kader, tecrübe devresinde, yani insanın dünyadaki hayatında yapması lazım gelen, bitirmesi icap eden işlerin ikmaline bağlıdır. Onun bu işinin bitip bitmediğini tayin edecek olan varlıklar da yüksek ilahi irade kanunlarına göre, o insanın tekamül planını kontrol eden, ihtiyaç ve kudretlerini takdir eyliyen ve ona göre – gene ilahi irade kanunları icabatı dairesinde hükümler verebilecek yüksek kudretlere erişmiş bulunan çok ilerdeki varlıklardır. Bu suretle o insanın dünya hayatının müddeti bir defa taayyün ettikten sonra, yani hükümlendirildikten sonra onun artık dünyadan ayrılmasına hiç bir beşeri kudret mani olamaz. Ve onu değiştiremez. Fakat onun ölüm şekli de gene ya kendisinin veya başkalarının da tekamülleri bakımından o anın icaplarına uygun bir şekilde, şu veya bu tarzda vaki olabilir. Yani burada da ezelden değişmez bir halde tesbit edilmiş bir kader yoktur. Ancak o adamın dünyada geçirmiş olduğu tecrübelerin neticelerine, hayat imtihanının icaplarına ve bir de onun vasıtasile tecrübelerini ikmal etmek fırsatını bulmuş diğerlerinin ihtiyaçlarına göre herhangi ölüm şekillerinden birisi araya girebilir. Bu ölüm sebepleri onun karşısına adeta kendiliğinden çıkar veyahut o bu sebeplerden birini adeta koşarak arar ve kolaylıkla bulur. Mesela başkasını öldürmemek için büyük bir imtihana tabi tutulan bir adamın karşısına ölümü mukadder olan ve o sıralarda ölmesi icap eden insanlar çıkar. Bu insanlar adeta sanki onun bu öldürmek insiyakını tahrik edercesine hareketlerde bulunarak ona yaklaşırlar  ve onun etrafında dolaşırlar. Bu imkanlara rağmen öteki adam cinayeti yapmamakla mükelleftir. Fakat gene yapmak zafını gösterirse kendisine yaklaşan ve onu tahrik eden adamı pekala öldürür ve bittabi büyük imtihanı da kaybeder. Ölen adama gelince esasen o, ölecekti, vakti gelmişti, katlolunmasaydi başka bir sebepten, mesela tifodan ölecekti.

İşte onun bu ölüm şekli hem kendisinin işini görmüş oldu, hem de başka bir zavallının çok fena bir imtihan vermesine vasıtalık yaptı. Keza şöyle bir insan tipi düşünelim: Bir insan geçmiş hayatında imtihanını verememiş, çok kötü bir durumla spatyoma intikal etmiş ve orada da bu muvaffakiyetsizliğinin azaplı neticelerile karşılaşarak kendisini bu muvaffakiyetsizliğe sevk eden durumunun fecaatini idrak etmiş duymuş olsun.

Şimdi bu adam, bütün bu çekmiş olduğu azapların neticesinden almış olduğu derslerle artık bir daha böyle geri bir ruh haline düşmiyecek ve yeni yeni kudretler intisap etmiş bulunacaktır. Fakat onun bu yeni halini hem kendi vicdanına karşı, hem de yüksek alemlere karşı ilan ve isbat etmesi lazımdır ki bu yeni durumu ile mütenasip bir ruh halinin icaplarına mazhar olabilsin, yani daha yüksek bir ruh seviyesinin kendisine bahşedeceği ilerdeki ilahi vazifelere ve işlere liyakat kesbetmiş olsun. Bunun için o varlık gene geçen hayatında olduğu tertipte birtakım maddi hadiselerle karşılaşmak ve bu defa geçen defaki gibi gene nefsaniyetine mağlup olarak ayni hataları yapmamak imkanlarile karşılaşmak ihtiyacında kalacaktır. İşte bu ihtiyaç ile o, tekrar kendisine ayni imkanları bahşedecek olan yeni bir dünya hayatına girecektir.

Geçmiş hayatında bu adamın yapmış olduğu büyük hata mesela, onun intiharı olsun. Elbette onu bu intihara sürükliyen birtakım hafif veya şiddetli sebepler mevcuttu. O bu sebeplerin manasını anlıyamadı. Ve onların tazyiklerine dayanamıyarak, onlardan güya kaçabileceğini sanarak hayatına son vermek suretile dünyadan kaçmak istedi, ahdinden döndü, namertlik yaptı, ve korkaklığı ile, cesaretsizliği ile ruhunun zaafını ilan ve isbat ederek daha ilerdeki ilahi vazifelere layık olamıyacağını göstermiş oldu. Bittabi bu halin devamına ilahi irade kanunları müsaade edemez ve bu müsaadesizliğin nişanesi de onun her şeyden evvel kendi vicdanında ve ruhunun amakında menkuştur. Binaenaleyh o bu hareketini en yakın bir zamanda tamir ve tahsis etmek ihtiyacını şiddetle hissedecektir. İşte bu ihtiyaçla tekrar dünyaya geldiği zaman belki de geçen seferki hayatından daha çok sıkıntılı ve kendisini öldürmeğe sürükleyici daha çok kötü dış saiklerle dolu birtakım hayat şartlarını kabul etmiş bulunacaktır.

Bu şartlar altında dünyaya gelince elbette onun karşısına, kendisini öldürmeğe teşvik edici ve hatta bazan sürükleyici zorluklar, sıkıntılar, hadiseler birbiri arkasından yağmur gibi onun başına yağmıya başlıyacaktır. Bu yağışın arkasının kesilmesi ancak onun ehliyetinin lüzumlu yerlere karşı isbat etmesi veya tekrar ehliyetsizliğinin kötü bir misalini vermesi zamanına kadar sürüp gidecektir. İşte burada onun ölümünün takdiri bu işin neticesine bağlı olabilir. Yani bu hayatta da onun muvaffak olamadığına veya muvaffakiyetli bir imtihan verdiğine çok yukardakiler hükmettikleri anda artık onun ölüm zamanı takdir olunmuş demektir. Ve bu zamanı hiç bir insanın değiştirebilmeğe gücü yetmez. Artık ona bir avam dili ile ( eceli gelmiştir ) diyebiliriz. Ancak bunu olduktan sonra anlarız, ondan evvel bilemeyiz. ( Bazı gene çok mühim sebepler tahtında, gene o yüksek varlıkların ilahi irade kanunları ahkamı dahilindeki tensiplerile bizzat ölecek adamın ölümünden az çok uzun bir zaman evvelden haberdar edilmesi de mümkündür. Ve bu da ayrı ve bu bahsimizi ilgilendirmiyen bir mevzudur. )

Bu imtihan sırasında o adamın sırf  kendi iradesine bağlı olarak intihap edeceği hareket tarzlarını tahfif veya teşdit edici bir sürü cihetler vardır. Mesela çok küçük ve ehemmiyetsiz bir hadise karşısında onun mukavemet edebilmesi ve intihara teşebbüs eylememesi, yukarlarca onun, imtihanda muvaffakiyetini isbata kafi gelecek bir kıymet olarak sayılmıyabilir. Ve bu takdirde de onun bu hadiseden sonra imtihanını verip sınıfını geçmişcesine bir muameleye tabi tutularak bu hayatının kifayesine hüküm verilmiyebilir. Binaenalaeyh o adamın yaşamakta devam etmesi zaruri görülür. Böyle olunca onu dünyada hiç bir kuvvet öldürmez. O bütün ölüm sebeplerinden uzak tutulur ve böyle bir hadise ile karşılaşmış bile olsa ayni hadiseye karışmış olan diğerleri öldüğü halde o, ölümden yakasını kurtarır. Bunun bir de tersini alalım: Olabilir ki o adam gene kendi iradesile ve bir an evvel imtihanı bitirip kazanacağım diye iç varlığının itilişi ile tedriç kanununu unutarak birdenbire imtihanının en güç dersine henüz hazırlıksız olarak girer. Mesela, kendi ruhunun kudretine nisbetle dayanamıyacağı şiddette acı, yıkıcı bir hadise ile karşılaşır , veyahut başka mühim sebepler altında böyle bir hadise onun karşısına çıkabilir. Bu takdirde onun, henüz kalkınmak üzere emekleme devresinde kendisine çarpan bu şiddetli sadme karşısında dayanamaması ve tekrar intihara teşebbüs etmek zafının galip gelmesi mümkündür. İşte bu da işin esbabı muhaffifesidir. Eğer çok yukardakiler onu böyle şiddetli bir şok karşısındaki bu zaafından dolayi imtihanda muvaffak olamamış bir insan muamelesine tabi tutmağa müstehak görmezler ve tekrar yeni bir denemeğe tabi tutulmasına cevaz verirler ve lüzum görürlerse o zaman o bu intihar teşebbüsünü ne kadar şiddetli vasıtalar kullanarak kendisini öldürmeğe uğraşırsa uğraşsın, asla bu teşebbüste muvaffak olamaz. Yani kendisini öldüremez. Çünkü yukardan bu tensip edilmemiştir.

Bu hal bundan başka sebeplerle de, mesela onun daha başka diğer tecrübelere tabi tutulması zaruretile de vukua gelebilir ki işte bütün bunlar, o varlığın selametine ve binaenaleyh serbest ruh halindeki istek ve iştiyaklarına tamamile uygun ve onları tatmin edici, Ulu Tanrının sonsuz büyük kanunlarının icabatı ve hükümleri dahilinde bahşedilmiş ilahi birer lütuftur. Şu halde bu adam bu kötü teşebbüsünde davayi kaybetmiş olmakla beraber kendisine adeta ikmale kalmış bir talebe muamelesi yapılır. Ve tekrar kısa bir zamanda hazırlanıp yeniden imtihana girmesine müsaade edilir. İşte Allahın büyük lütfu! Fakat bu tecrübelerin ne kadar tekerrür edeceğini, daha hangi şekiller altında nazarı müsamaha ile karşılaşacağını ve nihayet hangi icap ve zaruretlerle daha ne gibi muamelelere tabi tutulacağını bu kısa akıl idrak edemez. Onu biz bilemeyiz. Biz burada işin bize görünebilen taraflarını, çok kaba misailerle ve ancak anlıyabildiğimiz kadar ve Ulu Tanrının lütufkar iznile izah etmeğe çalıştık. Ve bugün yapabileceğimiz şey bu kadardır.

Hayata gelen her insanın bir sürü ve her tertipten bir takım ihtiyaçlar ve zaruretler karşısında böyle tecrübeler yapması ve imtihanlardan geçmesi bir zarurettir. Ve esasen dünyaya bunun için gelirler. Bütün ruh kudretlerinin inkişafı ve bunun neticesinde de ruhun tekamülü ve yüksek planlara çıkışı bu zarureti neticelendiren birer amildir. Bu zaruret tahakkuk edince ecel gelir ve ecel gelince de onu dünyada kimse tutamaz.

Fakat ecelin bundan başka acaba diğer sebepleri ve zaruretleri de var mıdır ve bunlar nelerdir? Elbette vardır. Bunların neler olduğu sualinin cevabına gelince bu, bizim bilgi ve idrak kadromuzun dışında kalır. Ve dünyada hiç bir varlığın da böyle muazzam bir sualin karşısında ağız açmağa kalkabileceğini tahmin etmeyiz. Bir sıfırdan ibaret olan insan bilgisi ilahi kudretlerin hiç birisine nüfuz etmek iktidarına  malik değildir ve bu, böyle kalacaktır. Biz bu kadar küçük bir bilgi izharına dahi utanarak ve Allahın lütufkar affına sığınarak cüret edebiliyoruz.

BEDRİ RUHSELMAN

Share

Bu site özeldir ve ticari amaç taşımaz.

Copyright © Dünya Ana