MUKADDERAT VE İCABAT - Dr. BEDRİ RUHSELMAN - BÖLÜM 13

http://www.dunyaana.com/images/bedri%20ruhselman%204.jpgİLAHİ İRADE KANUNLARININ TECELLİYATI VE MUKADDERAT

O halde ilahi irade kanunlarının tecelliyatı, yani icabatı yolile mukadderat gerçekleşir. İşte kitabımızdaki mülahazalarla da varmış olduğumuz bu netice başta söylediğimiz gibi, mukadderat ve icabat mevzularının birbirini destekleyici, birbirini tamamlayici iki unsurdan mürekkep bir tek bahis olarak mütalasına bizi sevketmektedir.İcabatı, ilahi irade kanunlarının neticeleri; Mukadderatı ise varlıkların, kendi iradelerile tayin edecekleri bu neticelerden birisine veya diğerine tabi olmaları zarureti olarak kabul ettiğimize göre mukadderat ve icabat mefhumlarını bir tek bahsin iki ayrı cepheden görünüşü halinde mütalaa etmekle doğru neticelere varabiliriz. Bunları teker teker ele alarak, birbirinden ayrı realiteler gibi düşünmeğe kalkışırsak ne mukadderatın, ne de icabatın izahını yapamayız.

Binaenaleyh Neo- Spirütializmadaki anlayişe göre icabattan bahsederken mukadderatın başka bir görünüşünü ifade etmiş oluruz. Ve onun içindir ki biz bu iki mefhumu bir araya getirmeğe ve bir tek mevzu halinde ele almağa taraftarız. Şimdiye kadar geçen mülahazalarımız hep bu yolda cereyan etmiştir. Öyle hareket edilmeyince insan, ya varlıkların iradesini inkar eden cebriyeciliğin kör kuyusuna veyahut Allahı inkar eden köksüz ve temelsiz bir icabiyeciliğin başı boş ve avare cereyanlarına yuvarlanarak boğulur gider. Binaenaleyh bu iki mefhumun birbirinden ayrı mevzulara ait olmayıp, birbirini tamamlıyan aynı mevzuun iki ayrı cepheden görünüşü olduğu fikri üzerinde biraz durmağı faydalı buluyoruz. Bütün kainat hadiselerini sonsuz bir mukadderat mefhumu içinde mütalaa edenlerin davalarında tamamile haklı bulunduklarına inanıyoruz. Fakat bütün kainat hadiselerinin değişmez ilahi irade veya tabiat kanunlarının icapları dahilinde cereyan ettiklerini kabul edenlerin kanaatlerinde tamamile haklı olduklarına da inanıyoruz. Keyfe göre rastgele, gayesiz, maksatsız tecelliyattan münezzeh olan ilahi irade, kainatın sonsuz hadiselerini sonsuz kanunlarla teyit ve tesbit etmiştir. Fakat insan zekasının ve duygusunun asla kavrıyamıyacağı bir realite olan bu sonsuzluğu hudutlanmış beşeri realiteler içine sokmağa çalışarak mukadderatı o yönden mütalaaya çalışmak da doğru neticeler vermez. Bu hakikati kavramadıkça ne mukadderatın, ne de icabatın manasını açıkça anlıyabilmek mümkün olmaz. Hakikat bu merkezde iken dar görüşlü beşeri hükümlerden çıkarılan neticelere dayanarak ilahi iradeyi bir insan iradesi gibi vasıflandırmak ve mahdut hadiseler içinde hapsetmek nasıl mümkün olabilir?

AKIN : Temmuz, 1948                                Medyom : Nezihe Bayurgil

<< Keyfe tabi cebriyeciliği artık kabul edemezsiniz. Kainatta hakim olan ilahi irade kanunları var. Bir sürü hadiseler bu kanunların icabatı dahilinde birinden diğerine intikal etmek suretile akıp gider. Bu akış, ruhların yüksek melekelerini kullanmalarile emniyet altına alınmıştır. Tesadüf diye bir şey yoktur. Hadiseler tabiat kanunları dahilinde, ruhların kudretlerile mütenasiben yürütülür ve her ruh kendine ihtiyacı olana doğru gider. >>

Varlıklar iradelerile tabiat kanunlarından istifade ederken intihaplarında vukua gelmesi daima melhuz bulunan hatalar yüzünden birtakım engellerle karşılaşabilirler bu noktayı takdir etmiyenler ve bilhassa lüzumu derecesinde cehit ve gayret göstermek kudretinden mahrum bulunanlar böyle engellerle karşılaşınca, hemen talihin kendilerine yar olmadığından veya mukadderin müsaade etmediğinden dem vurarak şikayete koyulurlar, cesaretlerini kaybederler ve başlamış oldukları işi yarı yolda bırakmak isterler. Halbuki burada başarılmak istenilen işin mukadder görünmemesi ekseriya, onu yapmak için kullanılan vasıtaların, tutulan yolların, iyi ve isabetli olarak seçilmemesinden veya bunları seçip kullanabilecek kudrete erişilmemiş olmasından ileri gelmiştir. Binaenaleyh burada yapılacak şey, mukadder değildir, diye o işi bırakmak değil, ondaki muvaffakiyeti sağlayici daha münasip ve isabetli yolları bulup onlardan istifade etmek kudretini kazanmağa çalışmaktır ki bu da ruh kudretlerinin inkişafı, yani tekamül nisbetinde mümkün olabilecek bir iştir. Fakat bir varlığın, mesela bir insanın – evvelce de söylediğimiz gibi – bazan kudretlerinin henüz çok üstünde bir işe girişmiş olması da kendisinin kullanmak ve istifade etmek iktidarından mahrum bulunduğu bazı vasıtalarla karşılaşmasını zaruri kılabilir. İşte o zaman o, işin içinden çıkamaz ve muvaffak olamayınca da gene ters istikamette bir mukadderle karşılaşmış olduğunu görür. Bu hal mesela, gene evvelce söylediğimiz gibi iptidai mektebin birinci sınıfındaki bir çocuğun o sene doktorluk diploması almak için tıbbiyenin son sınıf talebelerile birlikte imtihana girmeğe kalkışmasına benzer. Bu takdirde bu çocuk ne kadar çalışsa tedricen varılması lazım gelen merhalelerden geçmedikçe muvaffak olamaz. Burada da insana dışardan bir kuvvet tarafından zorla yaptırılması veya yaptırılmaması istenmiş bir şey yoktur. İnsanın henüz yapamıyacağı bir işi yapmağa kalkışması onun elbette muvaffakiyetsizliğini hazırlıyacaktır. Daha doğrusu, onun bu muvaffakiyetsizliğindeki mukadder ezelden ve üstün bir kuvvet tarafından takdir edilmiş olamayıp bizzat kendi kudretlerinin, lüzumlu vasıtaları kullanmağa yarıyacak kadar kifayet derecesine henüz varamamış olmasının bir neticesidir. Yani ilahi irade kanunlarının birbirile sımsıkı kucaklaşmış olduklarının çok açık bir misalini vermiş bulunuyoruz. Bu hususta M. Mollanın aşağıdaki tebliği bizi aydınlatmaktadır.

M. MOLLA: Ocak 18, 1950

<< Siz bir yokuştan aşağı inerken koşmanız nasıl tehlikeli ise, yokuş yukarı da aynı süratle çıkmanız zorsa hadiseler ve vasatlar birbirile öyle ayarlanmış bulunmaktadırlar ki herhangi bir canlının şuuri veya insiyaki intibakları, mümkün olabilecek bir seyir takip etmekte gecikmez. Yokuştan aşağı süratle iniş bir yuvarlanmayı, yokuş yukarı koşma bir takat tükenmesini icap ettiriyor. O halde:

<< Mukadder hadiseler muhitlerle de size karşı, ikaz edici mahiyette mekanik vazife ve ihtarlarını muhafaza ederler. >>
Bu sözlerden çıkan netice şudur ki başladığı bir işte biraz kudret ve takatinin hududu dışına çıkan insan kendisine derhal imkansızlıklar hazırlıyan büyük engellerle karşılaşır. Bu onun, o işi yapmaktaki kudretsizliğinin bir neticesidir, talihsizliğinin değil. Bundan başka birde şu vardır:
Varlıkların hayatında, tekamül esastır. Binaenaleyh bütün hareketler tekamüle doğrudur. İşte bu yolda yürüyüp dururken – insanları dünyada adım adım takip etmekte olan – nefsaniyetin herhangi bir ilcasına kapılarak hareketini aksatıcı bazı engeller ihdas edici işlere, neticelerini düşünmeden insanın kalkışması da onu daima hayali sukutuna uğratır. İşte kanaatkarlığın bir manasını da bu noktada aramalıdır. Ve işte böyle hareket edildiği takdirde, insanın tekamülü için asıl yürüyüşü bir taraftan duraklama devresine girerken, diğer taraftan da nefsaniyetin tesirile girişmek istediği işler muvaffakiyetsizlikle neticelenmiş olur. Büyük dostumuz Kadrinin aşağıdaki tebliği bize bu hususta çok öğretici bilgiler vermektedir.

KADRİ: Ocak 22, 1951                                              Medyom: Ö…..

<< Cihanı saran büyük kudret her zaman ve herkesin gözü önünde ve açık bir şekilde tezahür etmez. Büyük kudretler, kendi vüsatlerine uygun bir şekilde çok evvelden hazırlanmış bir intizamla ağır ağır ve tam zamanında müessir olacak bir surette hareket ederler. İşte bu betaattır ki insanların gözünden bu büyük kudreti her an saklar ve onu görmiyen gözlere karşı kalın bir perde ile örter. Bunların ani tesirlerinin dünyanızda hiçbir zaman, hiçbir varlık tarafından müşahede edilmesine imkan yoktur. Her attığınız adımın sizi büyük bir kudrete doğru sevk etmekte olduğuna, hayatınızın en büyük saadet ve kederinin izlendirdiği bir yolda sizi hazırlayici bir noktaya doğru sürüklemekte olduğuna inanınız.

<< İşte tekamüle doğru giden varlıklarda görünen düşünce ve olgunluk eserleri, bu büyük kudretlerin hareket tarzlarına yaklaşmakta olduğunu gösterir. İnsanlar, kendi hareketlerinin her safhasında ileride karşılaşacakları vakalar için, kendi mukadderlerine birer çizgi çekmektedirler. Bunun için, bütün varlıklar, işlerini, Allaha sığınarak, en doğruyu düşünerek, en güzeli seçerek ifa etmekle mükelleftirler. Bunun dışında neticedeki vukuatın, artık onların elinde değil, kendi planları icabında aranması lüzumu meydana çıkar. Siz de işlerinizi geri bırakmamak, aceleden sakınmak, sonunda da evvellere istinad eden noktaları aramak, onu bulmağa imkan olmasa bile mukadderin tecellisini kabul etmek durumundasınız. >>

Yukarıki sözlerden anlaşılacağı gibi, insan, tekamülü yolunda her işe teşebbüs etmekle mükelleftir. Ve teşebbüs ettiği işi de – vicdanına uygun bulduğu müddetçe – sonuna kadar götürmek mecburiyetindedir. Ancak bu teşebbüs edilen iş eğer o insanın tekamülü bakımından yolsuz veya mevsimsiz ise ( ki bunu da onun vicdanı takdir edecektir ) – gene evvelce bizzat kendisinin hazırlamış olduğu hayat planına uymıyacağı için – tahakkuk etmiyecektir.

Burada birnokta daha var: Bazan yukarıki sebeplerin hiçbirisi olmadan da insanın teşebbüsleri karşısında bazı engeller dikilebilir. Bu da o insanın teşebbüs ettiği işin bazı neticelerinin, diğer bazı varlıkların hayatlarile ve bilhassa tekamüllerinde cehit ve gayret sarfederek yapmak zorunda kaldıkları işlerle tezat halinde bulunmasından ileri gelir. Burada iyi niyetle hareket edip bütün imkanları kullandıktan sonra o işin gene muvaffakiyetle neticelenmediği görüldüğü takdirde bu muvaffakiyetsizliğin de yukarıda arzettiğimiz manada mukadder olduğunu anlamak ve kabul etmek lazımdır ki o insan bütün bu muvaffakiyetsizliğine rağmen – sırf o işteki iyi niyetlerinden dolayi – gene muvaffak olmuşçasına ruhi kazançlar temin etmiş olacaktır. İşte burada da gene kaderle icabın sımsıkı kucaklaştığını görüyoruz. Bakınız büyük ruh dostumuz Kadri ne diyor:

KADRİ: Nisan 26, 1948                                               Medyom: Ö…….

<< İnsanlar, muhtelif kudretler altında bu dünyaya gelmişler ve daima birbirine zıt olan tesirlerle mücadele etmek mecburiyetinde kalmışlardır. İnsanlar, her zaman, birbirinin aksi olan işlerle karşı karşıya gelerek kendi kudretlerini göstereceklerdir. Hüsnü niyet; yalnız bir arzu, içten gelen bir dilek ve manevi kudretlerle tahakkuk edecek bir kuvvettir. Bu, ayni zamanda hareket haline de inkilap ettirilirse iyi bir iş olur. Yalnız düşünce ve fikir halinde kalırsa iyi bir çiçek gibi saklanması pek uzun zaman sürmiyecek ve kalbin bir köşesinde sararıp kalacaktır. Kuru bir hüsnü niyet neticesiz bir işten başka birşey olamaz. Onu kıymetlendirecek, hareketlerdir. Bunun da sonu şayet o istek gibi güzel çıkmazsa bu mukadderdir. Fakat sen gene bu hareketlerinle onu istediğinin yoluna çevirmeğe azmetmekle vazifeni yapmış bir amele, çalışkan bir talebe olursun. >>

Keza bir ferdin olduğu gibi, bir cemiyetin fertlerinin de iradelerile uzun zamandan beri hazırladıkları neticeleri ve icapları ( ki bunlar da o cemiyet için birer kader olur ) o cemiyetin fertleri o anda ve birdenbire değiştirmeğe muktedir olamaz. Büyük harplerin zuhurunu bunlara misal olarak gösterebiliriz. M Molla şunları söylüyor: << Esbabı asırlarca hazırlanmış bir boşanma ihtiyacının önüne asla duramayiz. >>  Bu sayabildiklerimizden başka daha bilmediğimiz ve asla bilemeyeceğimiz ilahi irade kanunlarının icaplarına bağlı öyle büyük sebepler vardır ki insan iradesi bunlar karşısında takyit olunur.
Demekki esasında gene varlıkların kendi istek, irade, tahayyül, kudret ve liyakatlerine göre karşılaştıkları göze görünen veya görünmiyen bir sürü icap ve neticeler bugün beşeriyetin önüne dikilmiştir. Eğer bunların hakiki sebepleri araştırılmadan hükümler verilmeğe kalkılırsa yanlış düşüncelere sapmak daima mümkün olur. Ve bu vaziyete düşmüş olan insanlar yanlış olarak << İlahi cezalar veya belalar >> dan bahsetmeğe başlarlar. İnsanları tazip eden ve kolay kolay önüne geçilemiyen bir sürü iztirap verici hadiseleri de birer misal olarak burada zikredebiliriz. Kadrinin aşağıdaki tebliğinde bu hususta çok kıymetli fikirler vardır:

<< İztirapların bir kısmı, kendi el emekleri mahsulü, bir kısmı mukadderin çizdiği yola uymak zarureti, (1) bir kısmı da her ikisine de ahenkli düşecek bazı vaziyetlerin kendiliğinden maydana gelmesidir. >>

Şimdiye kadar gözden geçirilmiş bilgilerle incelenirse içinden çıkılmaz birer manzara arzeden bütün bu hadiselerin bir insan anlayişi karşısında bir cepheden kader diğer cepheden icap halinde tecelli eden birer ilahi hikmet olduğu görülür.

Mukadderin iyi ve kötü tarafa kayması bizim selametimize göre ve ehliyetimiz, liyakatimiz derecesinde çizilmiş bir planın icabı ve zaruretidir. Ve biz iyi veya kötü bir kaderin, bir nasibin dışına asla çıkamayız. Oluşumuz, varlığımız ve hayatımız baştan başa bir kader, bir nasip ve bir talihtir. Tıpkı kocaman bir kainatı dolduran hadiselerin de serapa bir kader, bir nasip oluşu gibi. Fakat hem bizimki, hem kainatınki öyle bir nasip ve kaderdir ki onda en küçük bir nizamsızlığın, en ehemmiyetsiz görülebilecek bir ihmalin, en küçük keyif ve heves tezahürünün yeri yoktur. Bilakis o, bütün akılların dışında kalan, bütün duygulardan taşan bir idealin, bir gayenin tahakkuku yolunda ebediyyen sürüp gidecek sonsuz merhaleler boyunca ve ilahi irade kanununun bir tecellisi olan illet – netice prensibi ahkamı dahilinde planlaşmış, sonsuz imkanlarla nizamlı, tertipli bir sayruretin ifadesidir. Bundan daha mükemmel bir eserin mevcut olabileceğini ve bu ikinci eserin de müessiri bulunabileceğini, yani Allaha nisbet edebilecek herhangi bir varlığın mevcudiyetini bahis mevzu etmek asla mümkün ve kaabil ve caiz değildir.

Fakat Halikin iradesi, izafilik ummanı içinde bocalıyan biz biçare varlıklar için sayısız tezahürler ve bu tezahürlerle ilgili sayısız tekamül merhaleleri ve o merhalelerde varlıklar için sayısız nasipler hazırlamak şiarını taşır. İşte bütün bu nimetlerin herhangi birisinden bizim faydalanmamız ancak gene ilahi muradın tayin etmiş olduğu kati ve asla değişmiyen, fakat daima ebetten ezele doğru ayni ideale yönelmiş bulunan ve insan kafasına asla sığmayacak kadar şümullü olan bir ölçü ve miyar dahilinde bizlerin birer hak ve liyakat sahibi olabilecek durumlara girmiş bulunmamıza vabestedir. Bu ise ancak daima iyi niyetle, vicdanımızın göstereceği yollarda sarfedeceğimiz cehit ve göstereceğimiz istek, irade ve tahayyül kudretleri nisbetinde gene bizim tarafımızdan temin edilecek bir haldir. Büyük dostumuz Kadrinin aşağıdaki sözleri bu hususta çok sarih fikirler vermektedir.

( 1) Buradaki << mukaddere uymak zarureti >> tabirini gene, hep izahına çalıştığımız gibi, insanın o andaki iradesinin gerçekleşmesine engel olan geçmiş hayatlarına ait veya kainat ahengi ile ilgili büyük ilahi irade kanunlarının icaplarına bağlı, insanlarca meçhul kalmış sebeplerin zaruretlerine uymak manasına almak lazımgelir. Zira büyük dostumuz Kadrinin ve ilahi yolların bu günkü insanlığa lüzumlu olan icaplarını dünyaya tebliğ eden vazifeli büyük ruh dostlarımızın sözlerindeki manalar hep bu esasa dayanmaktadır.  

KADRİ: Nisan 12, 1948                                      Medyom: Ö………….

<< Halik her ne ki muradetmiş ve nelerin tanzimini irade eylemişse bunların içinde fevkalade mühim ve gayet derin manaların mevcut bulunduğuna en ufak bir şüpheniz bile bulunmasın. En küçük bir hareket bile bir kaç sene sonra muhakkak eserini gösterecek mühim bir işin başlangıcını teşkil etmektedir. Hiçbir kuvvet dünyada ne sebepsiz nede maksatsızdır. Bir adımın atılırken dahi bunun bir gün tecelli edecek olan mutasavver bir kader için sarfedilmiş bir emek olduğunu kabul etmek lazımdır. yalnız bu kadere giden yollardaki çiçekleri çiğniyerek atlamak, yahut yanından dolaşıp biraz zahmet ihtiyar etmek sizin elinizdedir. >>   

İlahi irade öyle bir kudret kaynağıdır ki oradan geçmek zaruretinde bulunan her yolcu bu sonsuz kaynaktan hız almak nimetine kavuşur. Bu da bir kaderdir. Yalnız, bu kaynaktan doya doya faydalanmak için yolcunun o nisbette istekli, iradeli azimli, sebatlı ve iyi niyetli olması şarttır.
Kaderle icap ilahi irade kanunları karşısında birbirile o kadar iyi kucaklaşmışlardır, hatta birbirine o kadar girift olmuşlardır ki bunları birbirinden ayırmağa çalışmak asla doğru bir hareket olmıyacağı gibi, esasen buna da imkan bulunamaz. Bunu şu cümle ile ifade edebiliriz: Bir adımı atmak icap ise onu müteakip adım mukadder olur. Demek ki her adım bir bakıma göre icap, diğer bir bakıma göre mukadderdir. Ve varlıklar bu nizam dahilinde yükselmektedirler.

Şu halde herşey, kainatın her hadisesi, varlıkların her hareketi muhakkak ve muhakkak ilahi irade kanunlarının netayicine ve icaplarına bağlıdır. Fakat ilahi irade kanunları ve icapları, ihtiyaçlara göre değişmek zaruretinden kendisini kurtaramıyan insan anlayişine göre muteber bir << kanun >> mefhumundan başka bir şeydir. İlahi irade kanunları bilhassa sonsuzluğu dahi kucaklıyan ve yaşatan şümulü ile, değişmezliği dahi kucaklıyan ve yaşatan değişmezliği ile ve nihayet umumi ve kevni nizam ve ahengi temin etmek üzere insan müdrikesinin kavrıyamıyacağı bir sonsuzluk içinde uzanıp giden bir tek zincirin birbirine kuvvetle bağlı halkalarını teşkil eder. Mukadderatı bu manada anlamak biraz güç olmakla beraber bunun üzerinde zihin yormak insanların kendilerini biraz daha iyi tanıyabilmelerine yardım edeceği için faydalıdır. Bundan başka insanların fiil ve hareketlerinin gayelerini görebilmelerine, manalarını anlıyabilmelerine de yarar. Mesuliyet ve vazife duygularını daha iyi takdir etmelerine ve binnetice saadet ve felaketlerini hazırlayici sebepleri gözden kaçırmamağa çalışmalarına yardım eder. Bütün bunlar insanların, kudretlerini daha açık bir idrak içinde kullanabilmelerini sağlar. Velhasıl insana, Allahın emirlerine ve rızasına, vicdanının gösterdiği yollarda uyabilmek için mümkün olduğu kadar ileride bir liyakat ve ehliyet göstermek kudretine erişmenin imkan yollarını gösterir. Ve bütün bunlardan mütevellit manevi huzur ve saadetlere insanı kavuşturur. Ve nihayet Allahın, hiçbir şekilde erişilmesi bahis mevzuu olmıyan kudretlerinin hiç olmazsa en küçük tezahürlerinin bir tek zerresini anlamağa çalışarak Allahın büyüklüğü hakkında kendi kısa görüşü ile mütenasip sağlam bir duygu, düşünce ve iman sahibi olmasını temin eder. İşte insanlar, ancak bunları yapabildikleri nisbette ebedi yükselişlerinin zevk ve lezzetlerine erişmiş olmanın saadetini duyarlar. Aksi takdirde kendisini; beşeri manada dar bir zaman ve mekan mefhumu içine hapseden, iradesini gene kendi iradesile yok etmeğe çalışan, kudretlerini inkar eden ve bütün manasile bilmeden kendisini bir taş parçası atıllığı içinde gören bir insan – hatta kendisinin Allahlık payesine çıkmış olduğunu dahi ilan etse – gene ruhunun, vicdanının talep ettiği şeylere kavuşmuş olamamasının hüsranını bir gün çekeceği günün geldiğini elbette idrak edecektir.

Bu mülahazalarımız yanlız şahsi bir düşüncenin mahsulü değildir. Dünyamız avrasının çok üstünde çok yükseklere çıkmış büyük ruh dostlarımızın yalnız tebliğatından almış olduğumuz ilhamların mahsulü de değildir. Ayni zamanda bunlar, dünyamızın öbür aleme yeni göçmüş, nisbeten dünya realitelerine bağlı varlıkların oradaki teşevvüş hali dediğimiz hazin durumlarına sebep olan ruh hallarinin mütalaasından çıkardığımız neticelerin de mahsulüdür. Filhakika spatyomu yani ruh aleminin bilhassa aşağı ve kesif mıntakalarından ayrılamamış ve yükselememiş, maddeye bağlı basit ruhların bu maddi durumları, onların spatyomda kendilerini mahdut ve dar bir mahbes hayatına girmiş olmalarını neticelendirmektedir. Zira dünyadaki bazı itiyatlarına bağlı olarak, nefsaniyetlerile vicdanlarını boğmuş halde öbür tarafa geçmiş bulunan varlıklar dünyada iken de zannettikleri gibi ruh kudretlerini yok farzetmek suretile iç nurlarını karartmış bulunduklarından orada tam bir boşluk, karanlık ve binnetice sıkıntı içinde kalırlar. Ve ruh kudretlerini bu suretle kullanmak iktidarından mahrumiyetleri, kendilerinin orada hiçbir şey yapamamalarını, hiçbir harekette bulunamamalarını intaç eder ve bu suretle onların orada bir müddet karanlık bir kuyu içinde hareketsiz bir halde sıkıntılı bir hayat içinde bunalıp kalmaları mukadder bir akibet olur. Biz senelerce süren tecrübelerimiz sırasında böyle bedbaht varlıklara maalesef çok rastgeldik. Bütün bu varlıklar bir taraftan bize de bir miktar iztirap hissesi ayırırken diğer taraftan mukadderat hakkındaki görüşlerimizin temellerinden bazılarının kurulmasına da bu acıklı durumlarile sebep oldular.

Burada, son zamanlarda kıymetli ruh rehberlerimiz tarafından 5-6 ay zarfında, bize verilen çok öğretici mahiyetteki bir müşahedeyi okuyucularıma arzetmeden geçemiyeceğim. Bu müşahedenin tetkiki ile yukarıki sözlerimizin hakikati daha canlı bir duygu içinde anlaşılacaktır. Arzedeceğim müşahedenin mevzuu, dünyada iken alim, mürşit, hoca adam kıyafeti ile tanınmış, hatta birçok talebe de yetiştirmiş ve ihtiram görmüş bir insanın ruh alemindeki teşevvüş haline ve hayatına aittir. Bu varlık dünyamızdan ayrıldığının 27 nci dakikasında Metapsişik Cemiyetinin rehberi bulunan kıymetli ruh dostlarımızdan Şihabın delaleti ile celsemize sevkedilmiştir. Bundan sonra aradan geçen kısa fasılalarla iki defa daha ayni hal bu varlıklarla tekerrür etmiştir. Bu müşahedelerin muhtelif bakımdan okuyucularıma sağlıyacağı bilgiler arasında bilhassa üzerinde durmakta olduğumuz bahsi aydınlatıcı kısımları çok dikkate şayandır. Burada görülecektir ki bu varlık dünyada sadece herşeyin Allahtan geldiğine inanmış, dinin sadece şekle ait ibadet kısmını yapmakla işinin bittiğini sanmış ve buna mukabil de nefsaniyetinin ilcaları saiki ile maddi ihtiraslarının zebunu olmak, insanlara karşı diğerkamca muamelelerde bulunmamak, zevk ve hevesatına kapılmak gibi kötü hareketlerin hiç de mesuliyetli bir iş olabileceğini aklına getirmemiş ve böylece öbür aleme göçüp – belki de Allahtan büyük mükafatlar bekliyerek – gitmiştir. Fakat orada hakikatin çok acı çahresile karşılaşınca, kanaatlerinin tamamile tersine çıkan bu acılıklar onu büsbütün şaşırtmış, bütün bu musibetleri kendisine haksız yere Allahın vermiş olduğuna hükmetmek gibi, o eski cebriyeci kanaatlerinin tabii bir neticesi olarak – çok kötü ve acıklı bir duruma düşerek Allaha karşı isyan etmeğe başlamış ve dünyada yeniden ızdıraplı bir hayata kavuşmak mukadderini – sebebini bilmeden ve anlamadan – kabul etmek zorunda kaldığını itiraf etmiş, fakat ne yazık ki büyük ve kendisi için çok hayırlı sebeplere dayanan ve geçmiş hayatının yanlış hareketlerinin tashihine matuf zaruri bir netice olan bu tekrar bedenlenme halini de – kendine göre – adaletsizce ve Allah tarafından işlenmiş bir hata gibi kabul etmek ve bu yüzden de Allaha gene isyan etmek gafletine düşmüştür. Biz kıymetli okuyucularımızın bu hususta daha canlı ve  esaslı tetkikte bulunmalarına bir hizmet etmiş olabilmek gayesile ruh aleminden aldığımız bu üç müşahedeyi tarihleri sırasile ve bilhassa, her müşahedenin sonunda Şihap dostumuzun vermiş olduğu lüzumlu ve faydalı izahatile birlikte takdim ediyoruz. Bu müşahedelerden alınabilecek büyük ibretler ve dersler vardır.

BİRİNCİ MÜŞAHEDE:

( Bu müşahede bu varlığın dünyadan ayrılışının 27 nci dakikasında alınmıştır. Bu zaman kısalığı yüzünden, bu varlığın ruh alemindeki büyük ıztıraplarına sebep olan teşevvüş hali henüz başlamamıştır. Burada sadece geçmiş hayat hadiselerine ait mühim intibaların imajları şuursuzca bu varlık tarafından idrak olunmaktadır. )

MEDYOM: R. Bayer.                                                                         27-Mart- 1952

HAZİRUN: Dr. Ertuğrul Saltuk, E. Kahya, Sadun, Haluk,                          Saat 19, 5
İhsan, M. Caymaz, R. Güler, Ş. Ruhselman, F.
Perşembe, H. İ. Çakmak, M. Bahar, Adnan, A.
Yılmaztürk, H. Hoşver, R. Keskiner, Dr. M.
Bilge, S. Gürkan, Hüsrev Nuri, Dr. B. Ruhselman.

( MEDYOMUN MÜŞAHEDESİ ) :

Bir keçe küllah üstüne beyaz sarık sarmış bir adam görüyorum. Bir elini, sanki etrafındakilere güneşi gösterir gibi kaldırmış şu şekilde duruyor. ( Medyom sağ elile yukarda bir şeyi gösterir gibi uzatarak işaret ediyor. ) Etrafındakileri göremiyorum, diğer elinde garip kısa bir sopaya takılmış bir süpürge var. Elindeki sopadaki süpürge bu haline hiç de uymuyor…Tezat teşkil ediyor…Güneş mevzuu bahsolduğu muhakkak gibi bence… Ayni zamanda karanlık bir saha üstünde nokta nokta parıltılar, ışıklar… Buna gece mi desek?... Bunu görmekle beraber ayni zamanda elini havaya kaldırmış adamın vaziyeti de gözümün önünde… Karanlık gece, pırıltılar, güneşi gösteren elinde süpürge bir adam…

* * *
Karanlık gecede birçok beyaz martı, beyaz pırıltıların ve karanlık sahanın önünden uçuyor, geçiyor…Şimdi ayni zamanda hepimizce malum Galata köprüsü... Fakat üstündeki kalabalığı teşkileden halkın başında kırmızı fesler var. Eski zamanın manzarası... Köprü başlarında para toplıyan memurlar. Tramvaylar aynen gözümün önünden geçerek işliyor... Bu üç manzara içinde mütemadiyen bocalıyorum: Gökyüzünü, güneşi gösteren sarıklı, ciddi çehreli, elinde süpürge tutan ihtiyar; gece olmasını tahmin ettiğim karanlık saha, parıltılar, önümden geçen martılar, köprü, o eski zamanda köprünün hali...

* * *  

Beyaz başörtülü, orta yaşlı bir kadın… Ayrı bir sahne olarak gözümün önünde… Hiç de çirkin olmasa gerek… Korkunç, korkunç hali var… İki gözü oyulmuş… Huni gibi oyulmuş iki gözle bakıyor… Bakıyor da bütün ızdırabını anlatmak için ellerini uzatıp da yalvarıyor gibi… Seçebilerek gördüğüm baş bu kadar… Başörtüsü ipekli… Cinsi işlemesi bilmemki… Kadınların ufak iğnelerle işlediği iş dantelalı bilmemki… Kadının kılığı da bu zamana ait değil. Başörtüsüde zaten bunu gösteriyor… Kadında oyuk iki göz bütün dikkati çekiyor… Oyuk iki göz… Gözsüz bakış!  

* * *

Havada bir kılıç… Kıvrık, ( Medyom elile işaret ederek tarif ediyor ) Kıvrık mukavves bir kılıç… Kılıç kınında. Bir el tarafından kınından çıkarıldı… Ve sanki bana kılıcın kınındaki kanlı hali gösterilmek isteniyor. O da kayboldu.

* * * 

Girift, karışık saçlar…Daha doğrusu arapların saçı… Çehreyi göremiyorum. Yalnız bu saç gözüküyor. Bu saç üstünde işlemeli, yani taşlı diyelim, bir tarak sokulu… Bunlardan hiç bir mana çıkaramadım. Hiç bir fikir gelmiyor.

* * *

Toprakta, nasıl tarif edeyim? Toprakta yanyana açılmış delikler… Zemine doğru değil de sanki bir duvar, topraktan… Bu duvarda ufki, toprağın içine doğru tunel gibi açılmış yanyana küçüklü, büyüklü delikler var. bunlar muhakkak ki uzanıp derinliğe giriyor kanaati var bende… Bu delikler de bilmem ki… ( Medyomda derin şehikler ve ıztıraplı hal…Ses kesildi. )
( Yukarıki müşahedeyi müteakip Cemiyetimizin rehberi Şihabın tebliğ halindeki notu: )
Merhaba ey hazirun, benim aziz kardeşlerim. Hepinizi muhabbetle selamlarım. Bu akşam size diğer bir sahne gösterildi. Bu, muhakkak ki, emin olunuz ki bir varlığın evvelki nümunelerde olduğu gibi imajinasyonlarından ibarettir. Bu varlık aranızdan, dünyanızdan ve hatta muhitinizden pek yeni, çok yeni sizin zamanınızla bundan tam 27 dakika evvel ( Saat 19,10 dan 27 dakika evvel B. R ) ölüm denilen hadise ile ayrılmış bir varlığın imajinasyonlarını teşkil eder. Imajinasyon demek de yerinde olmuyor. Bu varlık henüz teşevvüş haline başlamamış bir vaziyette bulunuyor. Medyomunuzun gördüğü bu imajlar, tamamile bu varlığın imajlarıdır. Size naklen verildi. Bu gün için belki bu imajlardan bir mana ve bir netice çıkarmanız pek mümkün olmıyacaktır. Fakat bu varlığın teşevvüş halini de bir az sonra bütün fikirlerile ıztırap ve imajlarile nakledeceğimizi vadederim. O zaman bu mukayese size ilmi bir netice verecektir, zannederim.

İKİNCİ MÜŞAHEDE:

( Bu müşahede evvelkinden tam üç ay sonra alınmıştır ve ayni varlığın ruh aleminde ilkini müteakip hayatını göstermektedir. )

MEDYOM: R. Bayer. .                                                                             3 -Temmuz - 952
HAZİRUN: M. Bayurgil, Dr. M Bilge, Dr. E Saltuk, Hüs-                                  Saat: 20, 8
rev Nuri, E. Kahya, Gürsoy, İdris Kapsiz,
Lütfi Çelebi, S. Gürkan, Orhan Köseraif, N.
Selen,  a. Uluarda, K. Saltuk. Dr. B. Ruhselman.

(  Ayni varlığın, ölümünden üç ay sonraki haline ait intibaları )
Bıktım yarabbi, bıktım. Bu karanlık dehliz ve ucundaki muzlim mahzen… Mahzen değil daha doğrusu bir mezar. İşte benim hayatım asırlardan beri bu!... ( 1 ) Allahım beni ne zaman buradan kurtaracaksın?... Ne tarafa baksam bir toprak duvar, önümde tecessüm ediyor… Benim bildiğim, mahzenlerin, odaların dört duvarı olurudu. Burası hep duvar… Bir duvarı yandan görmeğe imkan yok… Ne tarafa dönsem o menhus duvar tam cephesile önüme dikiliyor. Öyle bir duvar ki nasıl tarif edeyim. Asırların işkencesi, bütün elemlerim ve ıztıraplarım bu duvarda yazılı olsa gerek… Toprak… Kapkara bir toprak… Bir karanlık mahzenin karanlık toprağı… Yerin dibi bu kadar derin olamaz ki…Bu, dünyanın dibi değil…Dünya bu kadar derinliğe sahip değil ki… Dünya bu kadar derin olmaz. Bir tarafından buraya sokulsam öbür tarafından çıkmam lazım gelirdi. Karanlık toprak üstünde salyalarını akıtmış böceklerin fosforlu izleri… Hareketli fosforlu böcekler oradan buradan pırıldayıp bana bakıyorlar. Hoş asırlardanberi bana dokunmadılar amma, bu ne işkence yarabbi…Ahhhh, oooofff…

Bu duvarı başka biri görse, rahat koltuğunda otururken bu duvar ona gösterilse belki de hiç çirkin bir manzara demez. Hatta beğenir bile. Ama bana sorun onu!... Karanlık bir satıh üstünde pırıl pırıl ışıldıyan noktalar, rahat evinde oturmuş bir insanın balkondan yıldızları seyretmesine benzetilir. Ama onu bana sorun!...

( 1 ) Ruh alemindeki zaman mefhumu dünyamızdakine benzemez dünyada geçen bir dakikalık zaman, icabı hale göre orada bin senelik bir zaman geçişi intibaına tekabül edebilir. Dünyadaki rüyalarımız bu hakikatin çok iptidai bir misalini verebilir.

ALLAHIM beni buradan ne zaman kurtaracaksın? Şu delikler olmasa!... Boy boy delikler duvarın dibinde işte… Sanırım ki oradan, işkenceli hayatımı idame ettiren bütün unsurlar bana geliyor. Belki hava, belki gıda, belki kan geliyor…

Burada asırlardanberi duruyorum da sıhhatimi hiç kaybetmedim. Mahzenden dehlize, dehlizden mahzene… Of yarabbi… bir insanın çıldırması için bunlar kafi değil mi? Ben niye çıldırıp kendimi kaybetmedim?.. Ben bunların hepsine şükredeceğim. Offf Nuriye gene karşıma çıkma!... Oyuk gözlerinle bana öyle bakma. Bu oyuk gözlü kadın kellesinden beni kurtar yarabbi… Nuriye çekil!... Offf hiç bir çift canlı göz bana bu oyuk gözlü çehrenin gözleri kadar bana acı ve mühtehzi bakamaz. Allahım, Allahım…( Ses kesildi.)

( Şihap dostumuzun hemen yukarki celsenin arkasından bildirdiği tebliğ halindeki mütalaası: )

Size, birmüddettenberi başladığımız, tahminimize göre sizlerin istifadenizi sağlıyan tecrübelerimize bu gün de bir nümune vermek suretile devam ettik. Bu zavallı varlık bundan bir iki ay mukaddem, size gene burada tanıtılmıştı. O varlık o zaman henüz teşevvüş haline bile girememişti. O gün bu noktayi bildirmiştik. Bu gün şu anda teşevvüşün ta derinliklerinde kıvranmaktadır. Kendisine dua etmek sizler için bir vazife olmalıdır. Bu zavallı varlık dünyanızda hiç de basit diye tanınmıyan, hatta alim, fazıl denebilen ve arkasından bir çok talebeleri koşan bir varlığın ta kendisidir. Yolundan kendisi istifade edememiş bulunmakla beraber, bir çok insanları hakikaten tekamül yolunda teşvik edici rolleri olmuş ve bu varlık sayesinde bir çok insanlar muvaffakiyetten muvaffakiyete atılmıştır. Fakat kendisi de yazık ki yola koyduğu insanlara uyup muvaffakiyet gösterememiş, netice elde edememiştir. Bir çok derununu kemiren noksanları, hataları işte görüyorsunuz ki bu günkü neticeyi tecelli ettirmiştir.
Biz de, biliyorsunuz ki, her gelişimizde bu noktayi tebarüz ettirdik. Her şeyden evvel iç varlığını dinlemek, islahi nefis lazımdır, dedik. İslahi nefis etmedikten sonra sizlerden bir çok insanlar istifade etse bile, edecek olsalar bile siz gördüğünüz varlığın vaziyetinde iseniz alacağınız netice bundan ibarettir. Bu varlık da bir çok insanları irşat etti amma bunu bu gaye ile yapmadı. Eğer gayesi sırf onların menfaati için olsaydı bu günkü vaziyete hiç bir surette düşmezdi. O, bu yolda ancak bir şöhret ve menfaat kazanmak için yürümüştür. Bundan başkaları istifade etmiştir. Fakat kendisi asla…
Bu nümune üzerinde durulursa islahi nefis için size çok mühim başarılar temin eder. Hissediyorum, çok şükür hiç biriniz bu durumda değilsiniz. Fakat en basit kusurlarınızı bile bu nümuneden ibret alıp düzeltmeniz mümkündür. Pek basittir, pek kolaydır.

* * *

ÜÇÜNCÜ MÜŞAHEDE:

( Bu müşahede, ayni varlığın ruh alemindeki ızdıraplarını bitirdikten sonra, kendi arzu ve hevesatına göre geçirmiş olduğu evvelki dünya hayatının, ilahi irade kanunlarına göre, kendi tekamülünün zaruri bir neticesi olarak tekrar dünyamızda bedenlenmek zaruretinin yüksek varlıklar tarafından kendisine hissettirilmeğe başladığını göstermektedir. Burada bilhassa bu varlığın hatalı görüşleri ve kanaatleri yüzünden ne kadar isyankar bir hal aldığı çok açık olarak görülüyor. )


MEDYOM: R. Bayer. .                                                                       20 -11 - 952

HAZİRUN: Kemal Karamete, Nezihe Yalınca, Niyazi Piş-                           Saat : 19, 5
kindemir, Ayhan Uluarda, H Nurlu, M.Bil-  
ge, N.Selen, M.Bayurgil, B. Ruhselman, E. Saltuk.

Ey beni bana danışmadan yaratan Allahım, Sen bu fiilin faili kaldıkça ne kadar kudretli olursan ol, ben de o aciz ve hiçlik içinde ne kadar uyuşup kalırsan kalayim gene Senin tarafından tayin ve tesbit edilecek olan yevmi mahşerde daima borçlu kalacaksın bana karşı… Fakat benim o gün beraat edebilmem için hiç olmazsa senin – bana burada durmadan bahsettikleri, telkin ettikleri – ilahi adalete bir az olsun sahip olman lazım gelmez mi? Ama hem davacı, hem hakim Sen oldukça bu neticenin vukuuna imkan kalır mı? Ben, münhasıran Senin beni yaratman, böyle yaratman dolayisile işlediğim efalimin ( 1 ) , gene münhasıran Senin tarafından vazolunan kanunlar gereğince suç sayılan, günah sayılan efalimin içinden nasıl olur da salimen kurtulabilirim? Senin adaletinin tecellisine ne kadar çalıştım, dua ettim, yalvardım. Ümide de kapıldım bu neticeyi almağa… Fakat buraya gelince heyhat!... Bütün ümitlerim bir sukutu hayale inkilap etti. Edindiğim hiffet, idrakimden vuzuh bana, mazinin derinliklerine inme imkanını verdi, bahşeyledi ve orada gördüm ki sefalet, ıztırap, kan… Diğer bir taraftan da gördüm ki neşe,refah, saadet… Fakat gene müşahede ettim ki saadetim hep senin suç saydığın, günah saydığın efalimden doğmuş, meydana çıkmış. Bu hale göre ben hep senin menettiğin hareketlerden ictinap etmiş yalnız bir netice elde edecektim, o da sefalet, ıztırap ve işkence. Bu vaziyet karşısında Senin adaletine itimatla bakmıyorsam kabahat benim mi, Senin mi?

Burası görüyorum ve anlıyorum ki ve bana daima bunu telkin ediyorlar ki benim yerim değil. Ben buarada yapamıyacağım. Evet, dünyada barınamadım burada da barınamıyorum. Benim kabahatim mi? Filhakika burada bana yakın alaka gösterenler, beni sevdiklerini sandıklarım bir çok varlıklar var. Bana yardım edeceklerini vadediyorlar. Fakat bütün kudret Sende olduktan sonra ne yapabilirler? Ve gene bütün kudret Sende olduktan sonra bu çizilen yoldan benim inhiraf etmeme imkan kalır mı? ( 1 )

Dünyaya dönmem lazım, diyorlar. Kabul etsem de döneceğim, etmesem de. Dönünce gene çocukluk, ana, baba, mektepte okumak veya okumamak, sonra derdi maişet ve günün birinde kadınsam karşıma bir erkek, erkeksem bir kadın çıkacak ve bana gene bela kesilecek. Buraya gelmemde bir fayda oldumu ki dönmemde bir fayda olsun! Dünyaya geldim, buraya döndüm, gene dünyaya döneceğim. Dedim ya bütün kudret Sende, ne desem boş. Dönmek lazım. Zaten dönüyoruz da. Bu dönüşün kasveti, elemi şimdiden üstümde. Zaten dönünce orada ondan başka birşey bulmıyacağım: Elem, kasvet.. keder. Fakat şuna emin ol ki Sen bana daima borçlu kalacaksın.( Bu sırada B. Ruhselman bu varlığın karanlık bir cehil içinde hakikatleri görememesi yüzünden ıztırabını bizzat kendi elile hazırladığına şahit olarak, ona bu hakikatlerden bazılarını ifşa etmek için hitap etmek istedi ve israrla onunla konuşmasının mümkün olup olamıyacağını sordu. Medyom gözlerini açarak trans halinde B.R a şiddet ve ciddiyetle << hayır, hayır! >> dedi ve müşahedeye yavaş yavaş ve gittikçe sönen bir sesle devam etti :) yolcu yolunda gerek.

* * *

( Yukarki varlık hakkında Cemiyetimizin manevi rehberi Şihap dostumuzun izahı: )

Merhaba ey hazirun, benim aziz kardeşlerim, hepinizi muhabbetle kucaklarım, selamlarım. Bu akşam size, sizlere sunulan tecrübe ve bunun faili varlık huzurunuzda birinci defa değil, üçüncü defa çıkarılıyor. Kendisi dünyanızdan pek kısa bir müddet evvel ayrılmış ve çok daha kısa bir müddet sonra gene oraya dönecektir. Bu misal geçen celsemizin başında size verilmek istenen mi  salin kendisini teşkil eder. O gün buna muvaffak olunamamıştı. Ayni zamanda bu mevzu, ayni celsemizde, dua ve ibadet bahsinde ileri sürülen fikirlere de bir misal teşkil eder. Diğer taraftan bu misal başka bir çok noktalardan üzerinde durmanızı icap ettirecektir. Bu noktalara siz temas ettikçe döneceğiz, konuşacağız. Bir nokta daha üzerine, celsemizin sonunda konuşmamıza son vermeden evvel tekrar avdet edeceğiz.

( 1 ) Burada, cebriyeci bir << mukadderat >> anlayişinin acı tezahürü ne kadar açık olarak, biçare varlığın bu sözlerinde görülüyor!  

Şu noktayi hatırlatmak isterim ki ( burada B. R. nin arada vaki olan müdahelesine işaret ediliyor. B. R. ) Bu misaller verilirken siz bu varlıklarla temas etmek imkanını haiz değilsiniz. Esasen bu ihtiyaç olsaydi başka şekilde arzolunurdu. Bunlar birer örnek şeklinde verilmektedir. Siz onları yalnız müşahede ve not etmekle iktifa edeceksiniz sizin fikirleriniz hiç bir zaman onlara ulaşmıyacaktır.

* * *

Hülasa mukadder hakkındaki mülahazalarımız, bir kaç basit tezahür karşısında ayak üstü yapılmış bir düşüncenin mahsulü değildir. Burada geçmiş dünyalardan ve alemlerden bu dünyalara ve alemlere, bu dünyalardan ve alemlerden de gelecek dünyalara ve alemlere doğru kurulmuş ve başlangıcı, nihayeti bir meçhulden çıkıp diğer meçhule dalmış ebedi hayat köprüsünün naçiz bir yolcusu olarak biz de hissemize düşen vazifeleri küçük adımlarımızla takip etmeğe ve kainatın muazzam ahengine uymağa koyulmuşuk ve bu kayuluşun derin hazları içinde bu satırları yazıyoruz. Bu kısır ifadelerimizden anlaşılması kolay olan şey şudur ki biz de tekamül yolunda her an adımlarını sıklaştırmağa çalışan, hedeflerini her adımda daha açık olarak görmekte devam eden, hem dünyadaki, hem de ruh alemindeki diğer yolcu dostlarla birlikte elele vermiş yürüyen yolcu kişilerdeniz. Bütün mesaimiz her iki cihanda, görünen ve görünmiyen sevgili, kıymetli ve yardımcı dostlarımızla müştereken yapılmaktadır. Dostlarımızın her türlü yardımı ile kaynaşmış halde yüksek, nurlu, apaçık, fakat sonsuzluk ifadesini taşıyan ilahi ülkelere doğru akıp gitmekteyiz. Biz asla yalnız değiliz. Binaenaleyh hemcinslerimize karşı herhangi bir enaiyet ve nefsaniyet kaygısının, en küçük bir tefahür hastalığına kapılmak bedbahtlığına düşmekten Allaha şükür ederiz ki müberrayız. Vicdan hürriyetimize, mukadderat karşısında mukaddes tanıdığımız insani ve diğerkamca vazifelerimizin ifasına yararlı istek, irade, tahayyül, cehit ve gayret serbestliğimize ve bu serbestliği bütün varlıklarına olduğu gibi bizlerede bahşetmiş bulunan Ulu Tanrıya ve Onun sonsuz lütufkarlığına iman ederiz. Fakat bizim varlığımız, bütün kainatları dolduran ilahi nizam, ahenk, kanun ve icaplar tufanının muazzam seller halindeki akışının baş döndürücü sürati içinde o muazzam cereyana layık bir duruma girmek için çırpınan bir zerrecikten ibarettir. Bu büyük ve ebedi cereyana bütün varlığı ile ve uygunluğu ile yönelmek saadetini özliyerek böylece koşan ve bu muazzam cereyan içinde küçük bir zerrecik olduğunu duymak bahtiyarlığına ermiş bulunan kıymetli insanların, bu cereyanın sonsuz şahikalarındaki sonsuz haz ve saadet kaynaklarından kam almalarına yardım etmelerini büyük ruh dostlarımızdan diler ve Allaha yalvarırım.

BEDRİ RUHSELMAN